İçimizdeki labirent
Gölgelerin çağlar boyu dans ettiği, sisli bir aynadan bakıyoruz hayata; bir zamanlar insan denilen bu muamma, aslında tarihin her döneminde kendi sırlarıyla, kendi çatışmalarıyla yoğrulmuş, varoluşun derin dehlizlerinde yankılanan bir fısıltıdan ibaret değil midir? Belki de her birimiz, yedi kat semada yankılanan bir ilahinin, toprağın en derin katmanlarında saklı kalmış kadim bir kökün uzantısıyız. Güneşin ilk ışıklarıyla uyanan bir şehrin telaşında yitirdiğimiz her nefes, belki de geçmişin o esrarengiz çağlarından bize ulaşan bir meltemin son uğultusudur. O meltem ki, bazen kulağımıza bilinmezliğin davetini fısıldar, bazen de kayboluşun o eşsiz hüznünü hatırlatır. Sanki zamanda asılı kalmış bir duman perdesi ardında, bugünün ve yarının kesiştiği o ince çizgide, kendi gölgemizle dans ediyoruz.
Şehirlerin betonarmeden örülmüş labirentlerinde, her birimiz parmak izlerimiz kadar benzersiz, her birimiz ruhumuzun derinliklerinde saklı kalmış sayısız hikayeler biriktiriyoruz. Her yeni gün, henüz yazılmamış bir romanın ilk cümlesi gibi beliriyor önümüzde; bu cümlenin sonunda bir keskin nokta mı olacak, yoksa bir ucu açık soru işareti mi? İşte bu, varoluşun en büyük, en kadim muamması. Eski zaman kâhinlerinin yıldızlara bakarak, kuşların uçuşundan anlamlar devşirerek çözmeye çalıştığı sır, şimdilerde her birimizin iç aynasında bir gölge gibi dolanıp duruyor. O gölge ki, bazen bizi en aydınlık anlarımızda bile huzursuz eder, bazen de en karanlık gecelerimizde yol gösterir. Belki de aradığımız cevaplar,........
© Milat
