menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Kenan Çamurcu yazdı: Sivil topluma hükmetmenin hegemonya ilkesi

13 13
05.04.2025

Kenan Çamurcu, bu haftaki incelemesinde sivil toplum olgusunun Batı ve İslam coğrafyalarındaki farklı gelişim serüvenini ve her iki siyasal kültürde de sivil topluma hükmetme adına ortaya çıkan taktik ve yaklaşımları yazıyor.

19. yüzyılın hızla sona yaklaştığı, temposu artan maratonda uygarlık bayrağını taşıyan Avrupa’da düşünce tarihinin kritik perspektifleri sahne alırken bugünkü muhafazakârlığın ideolojik atası Abdülhamid-i Sâni, yenilikçi fikirlerin Osmanlı topraklarına girmesini önleyebilmek ve mutlak iktidarını koruyabilmek için her yolu deniyordu. Günümüzün tedbirlerine tercüme edersek internette bant daraltma, hakikatin ne olduğuna karar verip alternatif bilgi ve yorumları dezenformasyonla suçlayarak adliye marifetiyle derdest etme, tartışmasız hak olan toplantı ve gösterileri devlete karşı suç sayma vs. gibi. Bu kokteyl işlerin o zamanki adı hafiyecilik, matbuat nizamnamesi, ihtilal ve istibdadın yasaklı kelime olması falandı.

Selçuklu mirasından Osmanlının ikizi Kacarların İranında da Abdülhamit’in muadili Muzafferuddin Şah, sivil topluma ve muhaliflere aynısını yapıyordu. Tıpkı bugün yaşanan tek yumurta simetrisi gibi.

Fakat toplumu özne yaparak baktığımızda aradaki mühim farkı göstermezsek İran halkına haksızlık etmiş oluruz: İran kuşkusuz buradakinden çok daha beter ve kaba istibdat, ama orada buradan farklı olarak halkın ’i mutlakiyetçi velayet-i fakih rejimine muhalif. Öyle muhalif ki rejimin korkutucu muamelesine rağmen her fırsatta itirazını ortaya koymaktan çekinmiyor. O nedenle orada siyasi rejim elindeki zor aygıtlarının tümünü en vahşi şekilde kullanarak reform taleplerini bastırıyorken bu diyarda siyasi reform yapılamamasının sebebi devlet aygıtının direnci değil, sivil toplumun müstebitliği. Toplumsal kutuplaşma da kesimlerin kendilerine ait olmayan istibdada karşı olmalarından başka anlama gelmiyor.

Muktedir devlet İslamcılığına topyekün nefer yazılmış bugünkü İslamcılığın aksine, Abdülhamit’in kudreti elinde tutmaya seferber ettiği İslamcılığı paçavraya çevirmiş bir sivil İslamcılık da vardı o zamanlar. Meşhurlarının adını anmadan geçmeyelim: Seyyid Bey, Elmalılı Hamdi Bey, Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, Mehmet Akif ve biraz daha milliyetçi Namık Kemal, Ali Süavi, Ziya Paşa ve başkaları.

Burada bir ters köşemiz var: Radikal sekülarizmin ataları Comte’çu pozitivistler, üniter ve merkeziyetçi nizam saplantısıyla mutlakiyetçi padişahlığı korumaya ahdetmişken, Abdülhamit muhalifi sivil İslamcılar adem-i merkeziyet, sivil toplum, cumhuriyet davasının peşinde koşuyordu.

Bu vesileyle çağdaş yaşamcı seküler-politikin muhafazakar yaşamcı siyasete alternatif olacağına ilişkin umutlara ihtirazi şerh olacak bir not düşelim: Seküler modernleşmenin atası II. Mahmud’un Bektaşiliği yasaklayıp dergahı Sünni Nakşibendiliğin tasarrufuna verdiği biliniyor değil mi? Öyleyse muhafazakar modernleşmenin menbaı Abdülhamit’i ve onun siyasi varislerini suçlarken bu tarihsel gerçeği gözden kaçırma niyeti mi var acaba?

Sivil toplumun oluşmasına var gücüyle mâni olan Abdülhamit İslamcılığı politik pragmatizmden ibaretti ve popülistti. Günümüzde muhakeme kabiliyeti hiç seviyesindeki taşralı muhafazakarlığın bu İslamcılığı yüceltmesinin sebebi, sırf politik olması, sadakattan başka nitelik tanımaması, liyakat ve vasfa önem vermemesinden. Arpalık, makam, şan şöhreti kutsayan İslamcılar o gün de bugün de devletin serasında başkalarının mutsuzluğu maliyetine aldırmadan kurduğu izole mutlu hayata sımsıkı sarılıyor. Cazibe odağı olacak bir kültür üretemediğinden ve toplumda kültürel hükümranlık kuramadığından da siyasi rakiplerini bertaraf etmek üzere devlet aygıtından sâdır olan her türlü zorbalığı sevinçle kutluyor.

Sivil toplumda moral üstünlüğün simyası Gramsci’ye göre hegemonya. Ama kültür, edebiyat, sanat, eğitim araçlarıyla kurulacak bir hâkimiyet olacak ve toplum gönüllü olarak benimseyip katılacak. Geçmişte saraylı/resmi İslamcılığın kendi döneminde ne kültürel hegemonyaya alternatif olacak ne de kendi hegemonyasını kuracak yeteneği ve yeterliliği vardı. Saraydaki eğlence Batı kültürünün örneklerinden ibaretti.

Saraylı İslamcılığın sonraki dönemlerde zuhur eden muhafazakâr mirasçıları, taşralılıkları nedeniyle saray eğlencesini yaşatacak üslup, haz, zevk kapasitesinden yoksundu. Varisi oldukları mirası red ve inkâr edemediklerinden hayali bir Abdülhamit inşa etmek zorunda kaldılar.

Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.

Abdülhamitçi İslamcılığın mirasçıları kapalı toplum özellikli tarikat ve cemaat disiplini içinde taşralılığı resmi yaşam tarzı yaptığından geleneksel eğlence kültürünün de dışında kalarak asosyallik, hatta kentsel sekülerleşmeye tepkiyle sosyopati geliştirdi.

70’lerle birlikte tercümelerle oluşmaya başlayan yeni İslamcılığın ilham kaynağı İhvancılık kendi anavatanında taşralıydı ve Türkiye’de benzerine ulaşmakta zorluk çekmedi. Hayatı tesviye edip tektipleştiren, neşesiz ve kupkuru hale getiren selefiliğe hayranlığı anlaşılabilir zuhurattan.

O yüzden taşralı İslamcılığın, metafizik evrenden nispeten uzaklaşmış, kentli ve modern İran devrimiyle politik alan dışında bağ kuramaması sadece mezhep farkıyla ilgili değil. Emevi Arap milliyetçiliğinin reenkarnasyonu selefiliğin fermantasyonundan geçmiş siyasal Sünnilik, camilerde fotoğraf bile bulundurabilen zevk, üslup, sanat, edebiyat, estetik sahibi yeni Şiilikle temas kuramazdı zaten. Gerçi yeni Şiilik de devrimin ilk birkaç yılında öncü ve lider isimlerin suikastlerle öldürülmesi ve erken vefatlar nedeniyle güç kaybedip kontrol tamamen ultra........

© Medyascope