menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Kenan Çamurcu yazdı: Nevrotik dinselliği krizden teo-politik otoriterlik de kurtaramaz

20 1
08.03.2025

Kenan Çamurcu, bu haftaki yazısında teo-politik otoriterlik ile nevrotik dinsellik krizinin çözülemeyeceğine, gerekçeleriyle dikkat çekiyor.

Araçlarda yüksek lümenli ve şapkası çıkarılmış far kullanımı son zamanların en revaçta modifiyesi. Uzunun da uzunu far etkisi yaratıyor ve yanından geçip gidene dek karşıdaki sürücüyü kör ediyor. Standart farlar yolu yeterince aydınlatıyorken bu modifiyeye neden ihtiyaç duyulduğunu, yollarda delik deşik edilmiş trafik tabelalarına neden ateş edildiği sorusunun cevabında aramak lazım. Far modifiyesi yolu daha iyi görmek için değil çünkü, karşıdan gelenleri körleştirerek boyun eğdirmek, diz çöktürmek, üstünlüğünü kanıtlamak için. Tabii ki saldırganlık.

Hani bir tarikat şeyhinin kızı, astronomik fiyatlı çakarlı sirenli bir ciple trafik kurallarını hiçe sayan hareketler yapmıştı ya, orada da mesele, Türkiye’de çok az kişinin harcı olan çeyrek milyar liralık cipe binme imtiyazının onu kesmemesi, önündeki araçların kenara çekilip yol vermeleri için çakarla sirenle taciz etmesiydi aslında. Sırtını politik kudrete yaslamanın çirkin özgüveniyle güç göstermek ve bunun hazzına varmak istiyordu belli ki. Ama Devlet (evet büyük harfle), muhafazakâr kliğin organik bağına zarar verme maliyetini yok sayıp bu güç teşhirinde yeri ve rolü olmadığını anında gösterdi ve cezasını kesti. Ya da ötekine tahakküme bayılan mukaddesatçı tabanını görece serbest bırakmış iktidarın, arada bir çıkıntılıkları törpüleyerek radikalizmle arasında mesafe bulunduğu mesajı verdiği emsal kararlardandı, bilmiyorum.

Ezanın hoparlörden olabilecek en yüksek volümde okunması da bu bahisten. Hâkimiyet teşhiri apaçık.

Ezan, sosyo-politik dindarlığın kimliği olan Müslümanlığın dünyasında, Peygamber’in mescidinde müminler için okunan ezanla aynı anlama sahip değil. Peygamber’in ve o dönemdeki mümin cemaatin ezanı, namaza çağrı amacıyla işlevseldi. Zamane Müslümanlığının ezanı ise güç ve egemenliğin ötekilere günde beş kez hatırlatılması demek. Bu da Muaviye’den miras Bizans mabedinden kopya camilerin, Peygamber’in işlevsel mescidine benzerliğinin kalmamasıyla kıyaslanabilir. İbadethane mimarisinin radikal biçimde değişmesinin sebebi de bu.

Peygamber mescit inşa ettiği sırada Medine’de kadın erkek yetişkinlerin sayısı yaklaşık 1700 kişiydi. Mescit ise ortalama 500 kişinin namaz kılabileceği veya açık istişareye katılabileceği bin küsur metrekarelik bir alandı. (Zuhayli, 1985: 3/333). Kadı Ebubekir İbn Arabi’nin (ö. 1148) Avasım mine’l-Kavasım kitabının şerhinde “Peygamber zamanında mescit dar bir alandaydı” deniyor ve bu büyüklüğe Halife Osman zamanındaki genişletmeyle ulaşıldığı belirtiliyor. (1991: 113). Yani Peygamber dahil kimsenin aklından bu basitlikte ve boyutta bir caminin İslam’a yakışmadığı, Allah’a yaraşır daha görkemli ve gösterişli bir mabed yapılması düşüncesi geçmemişti.

Peygamber’den sonraki Müslümanlar, Muaviye aracılığıyla antik Yunan ve Roma’nın mirasçısı Bizans’ı neredeyse her şeyiyle “İslamileştirdi”. Namazda tek safın bile tamamlanamadığı “cami” sıfatlı dev beton yapıları, Tanrıyı hoşnut etmeyi amaçlayan görkemli Yunan ve Roma tapınaklarıyla karşılaştırmak doğru olur onun için. İhtiyaç olduğuna bakmaksızın sürekli cami yapılmasının motivasyonu bundan başka bir şey değil. Namaz kılma ihtiyacıyla alakası olsa böyle devasa ve süslü püslü betonarmeler yapılmaz, adına da “Allah’ın evi” denmezdi.

Mustafa İslamoğlu’nun Emevi saltanatında mescidin camiye dönüşmesiyle ilgili tespitleri çarpıcı. Başka çok daha faydalı işlere harcanabilecek milyonlarca lirayı “Allah’ın evi” adı verilmiş betonarmelere harcayan “ümmet”, şimdi de bu yapıların kapısına “Bence affeder, gel bi konuş istersen” afişleri asıp tanıtım ve pazarlama kampanyası yürütüyor. Caminin Peygamber’in mescidi olmadığının kanıtlarından şu furya. Allah’la konuşmak için o mekana ve yapıya girmekten başka çaresi yok yani insanların. Bu, yeni bir kelam/teoloji meşrebi. Betonarme yapı, Allah’ın insanlara seslendiği yer oluyor bu durumda. Dolayısıyla Allah’ı konuşturmak için de din bürokrasisine gerek var. Caminin memurları da onlar işte.

İki adımda bir yapılan camilerin kaba inşaatının metrekaresi 2025 itibariyle 20 bin lira hesaplanıyor. Mesela Çamlıca camiinin maliyeti 2019 fiyatlarıyla 1.1 milyar liraydı. Milletin vergileriyle ödendi. Yapılış amacının ahalinin namaz kılma ihtiyacını karşılamak olmadığı kullanılış istatistiklerinden belli. O yapının içinde ilginç bir olay yaşadım. Açılışından sonra camiyi görmek için gitmiştim. Namaz vakti geldiğinde güvenlik görevlisi kadınları iç alandan uzaklaştırdığı sırada Peygamber’in mescidinde böyle şeyler yapılmadığını söyleyerek buna itiraz ettim. Hemen başıma toplanan linç grubundan birisi “Burası Peygamber’in mescidi değil, Çamlıca camii” diye bağırmıştı.

Alevilere atılan “mum söndü” iftirasının gerisinde de, -Sünniliğin her türlü muhalife muhtelif yakıştırmaları bir yana- Cemevinde zikir sırasında Peygamber’in mescidindeki gibi kadın erkek birlikte bulunulması var kuşkusuz. İftiranın aslı esası mizojinidir. Kadının ibadet mekanında serbestçe bulunmasına tepkililer aslında. İftiranın kökeni hakkında Doğan Kaplan’ın yazdığı “Alevilere Atılan Mum Söndü İftirasının Tarihsel Kökenleri Üzerine” başlıklı güzel bir makale var.

Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.

Peygamber’in mescidi, Alevilerin Cemevi gibiydi. İbn Abbas ortamı şöyle tasvir ediyor: “İnsanların en güzeli olabilecek bir kadın Peygamber’in arkasında namaz kılıyordu. Bazı erkekler onu görmek için arka safta namaz kılıyordu. Bazıları da onu görmemek için ön safa geçiyordu. Hatta bazıları rüku için eğildiğinde koltuk altından ona bakıyordu.” (Tirmizi 3122, İbn Mace 1046, Ahmed 2783). Kadınların arkalarda görünmez yerlere gönderilmesi, hatta şimdilerde “kadın mescidi” diye dışarıda veya binanın giriş katında bir mekana yönlendirilip içeri sokulmaması mescidin camiye dönüşmesinden sonraki işlerdir.

Politik otoriterliğe gelmeden önce dinî istibdadın bu katmanda inşa edildiğine dikkatlice bakmak lazım. İktidarperestliğin tabana yayılması ya da sosyolojiye emanet edilmesi vakasına örnekler bunlar.

Otoriterlik, muhafızlığını yapacak sosyoloji olmadan ayakta kalamaz. Yıllar önce bir röportajda, İslamcılar ile muhafazakarların elele omuz omuza Tıkrit rejimi kurma emelinden bahsetmiştim. Nepotik temele oturan istibdadı koruyup kollama görevi artık o kabahate bulaşanların oluyor. Bunun için de dinî istibdat mübrem ihtiyaç. Dinî dogmalar ve kabuller üzerine farklı yaklaşımların linçlerle susturulması ve ne yazık ki zaman zaman devlet gücünün de bu cürüme alet olması vakayı âdiye şimdilerde. Bu nedenle kültürel değişim ve reform kök salmadan politik güçle yapılabilecek pek bir şey yok.

Bakunin, değişim bahsinde meselenin politik değil kültürel olduğunda, değişimin aşağıdan yukarıya doğru olması gerektiğinde ısrarcıydı. Marx’ın türlü entrikalarla sosyalist harekete (Enternasyonal) politik sorunu sokmasına öfkeliydi. Proletaryayı politik mücadele için araç olarak kullanmakla suçladı onu. “Bay Marx” dedi, “yeni bir Musa adeta. Kendi dinsel emirlerini Enternasyonal’ın programına yazdığında kitlelerin katılmak üzere yarışacağını sandı.” (Dolgoff, 1998: 318).

İslamcılığın da yakasını politik sorundan kurtarabildiğini söylemek zor. Tarihin derinliklerinde ve yakın zamanlarda kültürel meseleye odaklanmış âlimler, düşünürler, aydınlar bir elin parmak sayısını geçmez.

İslamcılık 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı, İran, Mısır, Suriye ve Tunus’ta başlattığı anayasa hareketleriyle Müslüman memleketlerde eşitlik, adalet, özgürlük ve siyasî temsil çağını açmaya çalışan ve büyük ölçüde de bunu başaran fikriyattı. Akımın öncüleri aynı zamanda dinî yenilikçilerdi. “Tecdid, ıslah, ihya” kavramlarıyla ifade edilen dinî yenilikçiliğin esasını, dinamik biçimde İslam’ın kaynaklarına dönme fikri oluşturuyordu. (Voll, 1991: 24).

Fakat İslamcılığın büyük hastalığı ve saplantısı, dini ideolojileştirmesi ve ona toplumu biçimlendirme görevi vermesiydi. Hâlâ öyle. Sünni, Selefi, Şii bütün İslamcılıklar aynı doktrinin müridi. Din (burada İslam), din haliyle kalsa, bırakılsa inananların gönüllü insanî değişim ve gelişimine yardımcı olacak kaynak aslında. Ama ideoloji yapıldığında inananlara da inanmayanlara da baskı, tahakküm, zorlama ile değişim dayatan silaha dönüşüyor. İslamcılar, yahut politik mütedeyyinler, Peygamber’in sadece bir hatırlatıcı olduğunu söyleyen ayetten hemen sonra, insanlara musallat olacak, onlara zorbalık yapacak biri olmadığını özellikle belirten ayeti (Gaşiye 21-22) okuya okuya bunu yapıyor.

Temel metinlere bakıldığında açıkça anlaşılıyor ki İslam için seküler olan, hayatın olağan akışıdır ama radikal transformasyonun ürünü İhvancılık ve onun Şii muadili için hayatın olağan akışı katlanılmaz. Bu durumda hayata müdahale edebilmesinin başlangıç önermesi “bütün işler dini kurallara göre” olacak mecburen.

Fıkhın, en küçük detayı dışarıda bırakmamacasına neden bu denli cüsseli ve hacimli olduğunu anlamak için hayatın özgür olağan akışını (seküler alan) dinselleştirerek otorite içine alma motivasyonuna bakmak gerek. Ama bu da İslam’ın mistifikasyonuna kapı açacaktır. Maneviyat esaslı, kişinin duygu, akıl, bilinç gelişimini temel alan ve bu yüzden de bir din olan İslam’a mensubiyet yerine, sadece politik........

© Medyascope