Kenan Çamurcu yazdı: Müslümanlığı radikalleştiren “Filistin davası” – 1
1981’de Ankara’da Silahlı Kuvvetler Gücü halter takımında askerken antrenman yaptığımız halter salonuna ağırlık çalışmaya gelirdi Hasan Köni. Hoş sohbet ve eğlenceli biriydi. Bir keresinde ‘80 darbesinden önce ülkücü ve devrimci hareketlerin üniversiteye yeni kayıt yaptırmış taraftarlarını hareket içinde çelikleme taktiğini anlatmıştı. Ülkücüler, adı meşhur bir ülkücü abiyi sormaya solun kalesi Emek kampüsüne, solcular da meşhur bir solcu abiyi sormaya sağın karargahı Cebeci’ye gönderirmiş yeni çocuğu. Orada yediği dayağın etkisiyle artık hareketin sağlam ve sadık bağlısı olurmuş. Güzelce de radikalleşirmiş.
Köni kuşkusuz karikatürize edip fıkralaştırmıştır ama yaşanmış örnekler kesin vardır. İtalya’da düzenlenecek Avrupa gençler şampiyonası için Ulus’ta bir otelde kampa alındığımız sırada 11 Eylül 1980’de gece yarısı otelin karşısındaki binaya yazı yazan grupla karşı grubun kavgasını izlemişliğimiz var. Ertesi gün Kenan Evren’in bir numaralı bildiriyi okuduğu sabaha uyandığımız gece. Tarafları o saatte çatışmaya motive eden şey, tek başına ideoloji olmasa gerek. Kontrolden çıkmış radikalleşmenin beklenebilecek sonucuydu öyle şeyler. Darbenin sokağa çıkma yasağı, yurtdışı yasağı falan derken yöneticiler İtalya’daki şampiyonaya gidebilmemiz için günlerce uğraştı. Olmayacağı kesinleşince şehrimize, eve döndük. Kampta olduğumu bilmedikleri için bir süre evimize gelip giden polislerin nihayet vazgeçmesiyle kuralsız 12 Eylül gözaltısından bu sayede kurtulmuştum.
Yıllar sonra, 2000’lerin başında NTV’de bir dışpolitika programında karşılaştığımızda Ankara’da halter salonundaki sohbeti aktarmam Köni’ye sürpriz oldu, gülüştük. Evet, trolizm ve cehalet epidemisinin henüz memleketi toptan enfekte etmediği o zamanlar NTV’ye davet edilirdim, hatta iktidar taraftarı kanallarda bile gerçek anlamda dışpolitika konuşur, iktidarın bazı yaklaşımlarını eleştirirdik. Şimdiki gençler bilmez, bugünkünden çok farklı bir evrendi; analiz ve bilgi değeri olan objektif, bilimsel, tarafsız programlar olurdu o vakitler ve biz de sözümüzün sorumluluğunu üstlenip ciddiyetle değerlendirmelerimizi yapardık. Kaliteli, makul, mutedil, güzel günlerdi. Bugünkü meczupluk, görgüsüzlük, vasıfsızlık ve zevksizlik, keyif kaçıramayacak kadar cılız, güçsüz ve görünmezdi.
Neyse.
“Filistin davası”nın radikalleştirme temrinleri, Ankara hatıralarımın arasında içinde bir parça trajedi de barındıran komik anekdotla tematik olarak benzeşiyor. Filistin endüstrisi Müslümanlığı radikalleştiren en önemli kalem. Liste başı. Sınır aşan niyetlerle terörizme dönüşüyor. El-Kaide’nin küresel cihadı böyle ortaya çıktı. Faşist radikalizme yatkın İslamcılığın, zaten antisemitik nefretle doluyken hakikatinin ne olduğunu bile bilmediği, hatta merak da etmediği Filistin için kendini sokaklara atması olağan hal. Yeter ki Yahudilere düşmanlık olsun, her çağrıya kesin inançla depara tetikteler. Sadece Türkiye’de değil, farklı ülkelerde de gerçeği tanınmaz hale getiren bol miktarda medyatik yanıltmalarla meydanlara çıkarmayı başardıkları insanlar için esaslı radikalleşme talimi o protesto eylemleri. Deneysel örneklerden anlıyoruz bunu. Eylemcilere uzatılmış rastgele mikrofonlara verilen cevaplar, uğruna polisle ve rakip gruplarla çatışmayı göze aldıkları “dava”ya ilişkin ne kadar az şey bildiklerinin çok sayıda kanıtı.
İtiraf edeyim, ‘80’li yılların ortasında 12 Eylül darbesinden sonraki ilk Filistin mitingini İzmit’te düzenlendiğimizde ve yine ilk Kudüs gününü tertiplediğimizde bu faaliyetlere öncülük etmiş, hukuki risk ve sorumluluk almış, devam eden askeri darbe şartlarında kimsenin desteği olmaksızın kanunsuz polis sorgusuna alıkonmuş kişi olarak benim de Filistin hakkında araştırarak bildiğim bir şey yoktu. İçinde bulunduğumuz sosyal içicilik ortamının ezberlerinden başka. O gün ve bugün bu işlerin peşinde koşturanların tamamının ezberler, klişeler ve sloganlar dışında malumatının olmadığı gibi. Müslümanlığın her branştan ekabiri ve uluları buna dahil. Filistin meselesinin endüstriyel tarafında rantiye işine bakan IBAN esnafını hariç tutalım. Onlar gayet rasyonel ve ne yaptığını en iyi bilenler. Mesela Filistin endüstrisinin ünlülerinden Bassim Yusuf, “Sisi’nin askeri darbesi ve faşist rejimi” gerekçeli sığınma başvurusundan ABD’den olumlu sonuç aldıktan sonra Sisi rejiminin propaganda aygıtıyla 400 bin dolar maaşlı anlaşma imzalamış. Türkiye’de de Gazze savaşı bahanesiyle İslami cemaat ve grupları coşturup memlekete sıkıyönetim depresyonu yaşatan profesyoneller, berbat ekonomi nedeniyle zor durumdaki iktidar partisini tekrar birinci sıraya çıkarmakla kendilerine lütfedilen nimetlere şükranlarını sunmuş oldu.
Filistinizmi ayakta tutan en önemli yakıt cehalet tabii ki. Teknede kaydettiği twerk videosuyla Sumud filosunun şöhretine katkısı olmuş İspanyol aktivistin “Filistinliler seksen yıldır hayvan muamelesi görüyor” demesi derin ve şifasız cahillik bahsinden mesela. Oysa o tarihte (1945), bugünkü Gazze ve Batı Şeria’da (Yahuda ve Samariya) toplam 1.8 milyon nüfusun sadece yüzde 30’u Yahudi’ydi. Yahudi azınlığın çoğunluktaki Araplara kötü muamelesinin imkansızlığı bir yana, Yahudi göçmenler, tacizlere ve saldırılara karşı kendini koruyamıyordu dahi. Zaten bu açık ara nüfus denklemi nedeniyle Araplaşmış (muarreb) Müslümanlar 1947 tarihli BM paylaşım planını reddetti ve Yahudilere etnik temizlik için 6 Arap devletinin oluşturduğu koalisyonla 1948 savaşını başlattı. Yenilince büyük utancı örtbas etmek için adına “nakba (felaket)” deyip her yıl ağlak anma törenleri düzenledikleri ve İsrail’i “işgalci” olarak suçladıkları saldırı yani. “İşgalci siyonist rejim” klişesi, bu ağır yenilginin kaçınılmaz askeri, siyasi ve diplomatik sonucunu suçlu çıkarma kampanyasının sloganı.
Yahudilerin vatanlarına dönmeye başladığı birinci dünya savaşından sonraki yıllarda, Osmanlı yönetiminde Yahuda’da nüfus dağılımı 700 bin Araba karşılık 50 bin Yahudi şeklindeydi. Az sayıda da Hristiyan vardı. Araplaşmış Amalikalılar sürekli Yahudileri taciz ediyor, köylere baskınlar düzenliyor, etnik temizlik peşinde koşuyordu. 1929’da Hevron’da (Hebron, el-Halil) evlere şafak baskınıyla çoluk çocuk ayırmadan 67 Yahudiyi katletmeleri ilk toplu kıyım vakası olarak kaydedilmiş. 7 Ekim 2023 saldırısının tıpkısı. Muhtemelen Kassamcılar, baskın ve katliam sonrasında Hevron’un Yahudisizleştirilmesi gibi 7 Ekim katliamıyla da İsrail’i Yahudilerden arındıracaklarını zannetti. 1948, 1967 ve 1973 saldırılarında ne olduysa 2023 Ekim saldırısının sonucu da öyle oldu. Filistin-politik yine yenildi. İsrail’i ele geçirecekleri hülyası kabusa döndü ve Gazze’yi kaybettiler.
Büyük Arap nüfusun küçük Yahudi azınlığa karşı ardarda imha savaşları başlatan taraf olmasına ve her defasında yenilmesine karşın muzaffer kazanımları hakettiğine inanması “Filistin davası”nın özeti. Saldırgan mağluptan mazlum olur mu? Tabii ki olmaz, ama siyasal Filistinizmin propaganda çalışması buna odaklı.
Saldırıya uğrayan İsrail, kendisine açılan savaşta ele geçirdiği (fetih?) toprakları barış karşılığında Mısır ve Ürdün’e iade etti, onlar da İsrail’i tanıdı ve savaşlar çağını kapattı. Ama Filistin-politik, İsrail’in ve Yahudilerin yok edilmesi, Yahudilerden arındırılmış ülkenin tamamının kendilerine verilmesi hülyasından vazgeçmiyor. Hitler için Filistin Nazi tugayı kurmuş Emin el-Hüseyni’nin mirasına vâris neo-faşist İslamcılıklar da bu hülyayı kutsal davaya dönüştürdü. Bu davanın dinle imanla alakası olmadığını kanıtlarıyla yazmıştım.
“Filistin davası” özü, cevheri, benliği olan, bizatihi şey değil. Arızi, kazara, tesadüfi, rastgele, geçici. Tarihsel ironidir: 1948, 1967, 1973 savaşlarını Mısır-Ürdün-Suriye-Lübnan-Irak-Suud koalisyonu kazansaydı ve İsrail kaybetseydi İsrail yine olacaktı, ama bırakın ülkeyi, Filistinli diye bir toplum bile olmayacaktı. Çünkü Gazze Mısır’da, Batı Şeria da Ürdün’de kalacaktı ve buralarda yaşayanlar o ülkelerin vatandaşları olacaktı. İsrail Başbakanı Golda Meir açıkça söylemişti: “Eğer Hüseyin [Ürdün] 1967’de savaşa girmeseydi Batı Şeria onun elinde olacaktı. Esad savaşa girmeseydi Golan Tepeleri Suriye’de kalacaktı. Nasır 1967’de savaşa girmeseydi Sina Çölü ve Gazze Şeridi onun elinde olacaktı. [İsrail, Sina’yı barış karşılığında iade etti.]” O yüzden Arafat’ın icat ettiği “Filistin........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Gideon Levy
Penny S. Tee
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
Daniel Orenstein
John Nosta
Joshua Schultheis
Rachel Marsden