Kenan Çamurcu yazdı: Muhafızlığını dinî istibdadın yaptığı marazlı din kültürü
Mahsuplaşılmadığı takdirde Müslümanlık, saygın ve muteber profille tarihsel yürüyüşüne devam edemeyecek. Bu din kültüründe kavrayışın ekseninde olaylar ve davranışlar değil kişiler var. Din, iyi ve kötü davranışlara göre hüküm beyan etmesine rağmen. Peygamber’i kişilere kefil gören ve kefaletle meşrulaştırılmış kişileri kriter yapıp onların davranışını taklit eden bu din kültürü marazlıdır.
Kefalet sisteminde önce kişiler tenzih ve taltif edilip referans yapılıyor, ardından eldeki her türlü bilgi bu sisteme uygun hale getiriliyor. Mesela İstanbul’u fethedecek komutanı öven uydurma rivayete dayanıp “fâtih” ünvanlı Sultan’ın beşikteki kardeşine varana kadar masumları katletmesinde dert edecek şey bulamayan, hatta nizam uğruna bunu gerekli görebilen çarpık dindarlık türü hayli marjinal ve uç bir örnek.
Osmanlı devletinde iktidar için kardeş katletme bir belgeyle resmi kural haline getirilmiş. Fatih Kanunnamesi (Kanunname-i Âli Osman) bu belge. İktidara gelen şehzadenin, tahtta hak iddia edebilecekleri ve bu yüzden birliğin bozulabileceği varsayımıyla kardeşlerini katledebileceği fikri ulemanın fetvasıyla kanunlaştırılmış. (Halaçoğlu, s. 6). Sultan Mehmet’in kendinden sürekli “cenab-ı şerifim” diye taltifle bahsettiği Kanunname’nin ilgili maddesi şöyle: “Her kimseye evlâdımdan saltanat müyesser ola, kardeşlerini nizâm-ı âlem içün katl etmek münâsibdir. Ekser ulemâ dahi tecviz etmiştir. Ânınla amil olalar.” (Kanunname’nin tam metni için: Özcan, s. 29-51).
Bu korkunç cinayetin savunulması politik mütedeyyinliğin şiarlarındandır.
Burada, İstanbul’un fethedileceğini kutlu bir kehanet olarak Peygamber’e dayandıran öyküye de küçük bir parantez açalım.
Rivayete göre Abdullah b. Bişr el-Has’amî (el-Ğanevî), babasından, Peygamber’in şöyle dediğini aktarıyor: “Konstantiniyye mutlaka fethedilecektir. Onun komutanı ne güzel komutandır ve o ordu ne güzel ordudur.” Bunun ardından (Abdullah) diyor ki: “Mesleme b. Abdulmelik beni çağırdı ve bana (bu hadisi) sordu. Hadisi naklettim. Bunun üzerine aynı sene Konstaniyye üzerine sefere çıktı.” (Ahmed b. Hanbel, hadis 18957).
Rivayeti nakleden sahabe Bişr el-Ğanevî, rical kaynaklarında adı geçen Bişr b. Rebia b. Amr el-Has’amî ile aynı kişi. İbn Hacer’in verdiği bilgiye göre Kadisiye savaşını gördükten sonra Şam’da vefat etti. (İbn Hacer, 1995: 1/439, madde 682 ve 1/467, madde 769).
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dergisinde yayınlanan makalede hadisin kritiği yapılırken rivayetin haber-i ahad (vâhid, tek kişi rivayeti) vasfına değiniliyor ve buna rağmen bilgi değeri taşıdığı belirtiliyor. (Kulat, s. 5-7). Fakat rivayetteki sorun haberin bir tek kişi tarafından rivayet edilmesi değil. Çok daha büyük bir sorun var ve hadisi değerlendiren rical âlimlerinin, yani biyografi müelliflerinin (ve makale yazarının da) dikkatinden kaçmış görünüyor. Ya da görmezden geldiler. Büyük sorun, rivayetin ikinci râvisi Bişr el-Has’amî’nin oğlu Abdullah’ın kim olduğudur.
Diyanet’in makalesinde Abdullah’ın ikinci nesilden (tâbiin) olduğu ve Hicrî 125’te (742) vefat ettiği söyleniyor. Fakat kaynak gösterilen Zehebî’nin Mizanu’l-İ’tidal‘i ve İbn Hacer’in Tehzibu’t-Tehzib‘inde vefat tarihi yok. Abdullah b. Bişr el-Has’amî (el-Ğanevî / el-Kûfî / el-Kâtib) hakkındaki bilgiler çelişkili. İbn Hacer’e göre Kûfeli. Künyesi de Ebu Umeyr. ( İbn Hacer, 2000: s. 494, madde 3249). İbn Hacer, Tirmizî ve Nesaî’nin Abdullah’ın adı, babasının adı ve nesebi hakkında hiçbir ihtilaf bulunmadığı görüşüne katılmıyor. Çünkü adı Abdullah olarak da Ubeydullah olarak da geçiyor. Soy kökeni el-Has’amî de olabilir, el-Ğanevî de. Keza babasının adının Bişr mi, yoksa Beşir mi olduğu da ihtilaflı. (İbn Hacer, 1996: 1/721).
Abdullah’ın, Ali b. Ebi Talib’ten hadis rivayet eden Cebele b. Hümame’den rivayet ettiği belirtiliyor. (İbn Hibban, 2/150, madde 2256). Fakat burada da bir sorun var. Cebele, Hicrî 40’ta (661) şehit olan Ali’yle aynı dönemde yaşadıysa Hicrî 125’te (742) vefat eden Abdullah kaç yaşındayken onu gördü? Keza Süfyan b. Uyeyne’nin Abdullah’tan rivayet ettiği söyleniyor. (Ebu’l-Haccac el-Mizzî, 14/339, madde 3183). Ama Hicrî 107’de (725) doğan Süfyan, Hicrî 120’de (737) 18 yaşındayken ailece Mekke’ye taşındığına göre (Hatiboğlu, DİA, 38/28-29) Hicrî 125’te vefat eden Abdullah’tan çocuk yaşlarda hadis dinlemiş olması gerekir. Ayrıca Abdullah’tan hadis rivayet eden (Umeyr b. Abdullah b. Bişr, Bişr b. Umeyr b. Abdullah b. Bişr, Süfyan es-Sevrî, Süfyan b. Uyeyne, Şu’be b. Haccac) ve Abdullah’ın rivayet ettiği (Cebele b. Humame, Urve el-Bârıkî, Ebu Zürare b. Amr b. Cerir) bunca isme rağmen kaynaklarda bu râvilerin yer aldığı hadisleri neden göremiyoruz?
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Tablo fazlasıyla muammadır ve rical kaynaklarındaki biyografik bilgiler işi daha da karmaşıklaştırıyor.
Buna mukabil alternatif tarihsel bilgiye göre Abdullah b. Bişr el-Has’amî, İmam Hüseyin’in ashabındandı ve Hicrî 61’de (680) Kerbela’da şehit oldu. (Tüsterî, 6/267, madde 4220). Bu durumda Abdullah’la ilişkilendirilen, onun rivayet ettiği ve ondan rivayet eden râvilerin rivayetlerinin neden gösterilemediği sorusu cevaplanmış ve râvilerle yaşanan tarih uyumsuzlukları da açıklanmış oluyor.
Ayrıca Ahmed’in Müsned‘inde yeralan Konstantiniyye rivayetinin sonunda Medine valisi Mesleme b. Abdulmelik’in Abdullah’a hadisle ilgili sorduktan sonra Konstantiniyye’ye doğru sefere çıktığı bilgisi de doğru olamaz. Çünkü Abdullah Hicrî 61’de (680) şehit olduysa Hicrî 63’de (683) doğan Mesleme onu görmemiş demektir.
Kısacası, İstanbul’un fethinin müjdelendiği iddiası üzerine kurulan büyük edebiyatın gerçeğe dayalı bir temeli yoktur. Hayali bir öykünün bebek katlini meşrulaştıran hukuki sonuçlara vardırılabilmesindeki cinnetin ilginç örneğidir sadece.
Benzer tenzih ve kefalet örneklerine sahabe asrında da rastlanılıyor. Cennetle müjdelendiği için İslamî davranma yükümlülüğünden muafiyet kazandığına inanılan sahabeler var. Bu tasavvur dünyasında o sahabelerin yanlış ve kötü davranışlarının dine dönüşmesi sürpriz sayılmamalı. Oysa Peygamber’den onay alan şeyin yalnızca iyi (salih) davranış olması gerekir. Bu davranışa devam edildiği sürece onay geçerlidir ve yanlışa sapıldığında teyit hükmünü yitirir.
Peygamber’in ashabı kendi dönemine ilişkin pek çok durumu nakletti. Siyer, hadis, rical ve tarih kitapları da bütün bu rivayetleri kitaplarına kaydetti ve hatasıyla sevabıyla, sahihiyle uydurmasıyla bu zengin malzeme bize kadar ulaştı. Öyle ki, İkinci Halife Ömer b. Hattab, halifeliği sırasında Cuma hutbesinde Âl İmran suresini okurken “İki topluluğun karşı karşıya geldikleri gün sizden geri dönenler” ayetine (Âl İmran 155) gelince, “Uhud savaşı meydanından keçi gibi dağın tepesine kaçtığı”nı mescidin minberinde kendisi cemaate hatırlattığı ve kaynaklar herhangi bir sorun görmeden bunu aktardığı için bu bilgiden haberdarız. Rivayet şöyle: Ömer b. Hattab, Cuma günü hutbe veriyordu. Âl İmran suresinden okurken “İki topluluğun karşı karşıya geldiği gün” ayetine geldiğinde dedi ki: “Uhud günü dağın tepesine kadar kaçmıştım. Keçi gibi görünüyordum. İnsanlar ‘Muhammed öldürüldü’ diyordu. Dedim ki: ‘Muhammed öldürüldü diyen kimseyi görmeyeceğim. Aksi takdirde onu öldürürüm.’ Dağda toplandığımızda ‘İki topluluğun karşı karşıya geldiği gün sizden geri dönenler’ (Âl İmran 155) ayeti nazil oldu.” (Taberî, 2001: 6/172; Suyutî (4/81).
İkinci Halife Ömer b. Hattab’ın, kendisi gibi Peygamber’i ölüme terkederek dağa kaçanları “Muhammed öldürüldü” dedikleri için öldürmekle tehdit etmesini tuhaf bulmak gerek. Bilgileri sansürleyip hayalî tarih ve gerçekliği dolaşımda tutmaya çalışanlar, Ömer’in karizmasını korumak için ona ait sözleri bile filtreleme hakkını kendinde görebiliyor.
Hatırlayalım, Peygamber hasta yatağında “Benden sonra sapmamanız için size bir şey [vasiyet] yazdırayım.” dediğinde (Müslim hadis 1637), Peygamber henüz hayattayken, Ömer b. Hattab, “Acısı galebe çaldı (aklı başında değil). Elinizde Kur’an var, Allah’ın kitabı bize yeter” demesine rağmen (Nesaî, hadis 5821), Peygamber’in vefatının ardından “Muhammed öldü diyeni şu kılıcımla öldürürüm. O da İsa gibi göğe çekildi.” (Şehristanî, 2/11) şeklinde haykırabilmişti.
Müesses Müslümanlık, Ömer’in, henüz vahiy alan, hayattaki Peygamber’e “Kur’an yeter” demesini takvasına verip haklı buluyor, vefattan sonraki tuhaf haykırışını ise derin acısına bağlıyor. Kıdemli kıdemsiz başka hiçbir sahabeden sâdır olmamış bu davranışı mukayese etmeden ve prensiplerle ölçüp biçmeden.
İlke ve hakikate sadakatten firar etmiş muhafazakârlık işte bu nehir yatağında varlık buldu.
Tarihlerin yazdığına göre Birinci Halife Abdullah b. Ebi Kuhafe de müşrikler Peygamber’in etrafını sardığı sırada savaş alanından kaçıyordu. Allah Rasülü firar edenleri geri çağırdığında yaşadığından emin olunca geri döndü. Vakıdî’nin anlatımıyla, “Hezimete uğramış halde dağa doğru kaçıyorlardı. Peygamber onlara seslendi: Ey Müslümanlar, ben Allah’ın elçisiyim. Bana doğru gelin, bana doğru gelin. Hiçbiri ona dönüp bakmadı bile.” (Vakıdî, 1979: 1/323).
Bu sahnenin Kur’an’daki tasviri şöyle: “Hani yukarı doğru kaçıyordunuz ve hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz. Rasül arkanızdan seslenip sizi geri çağırıyordu.” (Âlu İmran 153).
Ebu Bekir, savaş alanından firar ettiğini gözden kaçırmak için herkesin kaçtığını, ama kendisinin geri döndüğünü vurgulamış: “İnsanlar Uhud günü Allah Rasülü’nü bırakıp kaçtığında Peygamber’e ilk geri dönen bendim.” (Nisaburî, 3/31, hadis, 4374).
Bezzar kendine ait rivayet zinciriyle Aişe’den, babasının (Ebu Bekir) şöyle dediğini aktarıyor: “İnsanlar Allah Rasülü’nü bırakıp kaçtığında ilk geri dönen bendim.” (Meafirî, 1100; İbn Hacer, 1959: 7/361). Bu rivayette, Ebu Bekir’in hicret sırasında mağarada ayağıyla deliği tıkayıp Peygamber’in hayatını kurtardığı öne sürülerek, Uhud’da da kaçmışken geri dönüp kendini Peygamber için feda ettiği belirtiliyor. Savaştan kaçmayıp Peygamber’i koruyan Talha’nın bedenini feda etmesiyle Ebu Bekir’in mağarada yaptığı şeyin aynı olduğu iddia ediliyor. Yani müşriklerin saldırısı altındaki Peygamber’i ölüme terkedip kaçmaktaki vahim davranış çok acayip bir yorumla kahramanlığa dönüştürülüyor. Ayrıca Ebu Bekir’in Peygamber’in etrafındaki sekiz kişiden sadece Talha’nın adını vermesi ve kendindeki kusuru kusursuzla kıyaslarken “O gün Talha’nın günüydü” demesi, tarih yazımında amcasının oğlu Talha’nın diğerlerinden ayırt edilmesini sağlamaya dönük bariz bir strateji.
Üçüncü halife Osman b. Affan’ın ise Ensardan iki kişiyle birlikte üç günlük mesafeye kaçtığı biliniyor. Bu yüzden, Medine’ye döndüğünde Peygamber acı bir tebessümle “Epey açılmışsınız” demişti. (Taberî, 7/329, hadis 8103).
Buharî’nin Sahih‘inde Kitabu’l-Meğazi’de (hadis 4066) rivayet ettiğine göre “İki ordunun karşılaştığı gün sizden........
© Medyascope
