Kenan Çamurcu yazdı: Filistin endüstrisi – 3
“Filistin meselesi”ne dair tarihsel çarpıtmaları, kamuoyu oluşturmaya yönelik ideolojik önyargıları ve savunulan siyasi algıları incelediği “Filistin endüstrisi” adlı yazı dizisinin üçüncü bölümünde Kenan Çamurcu, bu anlamda kullanılan meşrulaştırma yöntemlerinin başında geldiğini iddia ettiği “mağduriyet edebiyatı”nı ele alıyor.
Netflix’te hoş ve eğlenceli kültürlerarası komedi olarak başlayan Mo dizisinin sıkıcı propagandaya dönüşmüş 2. sezon finalinde, anne Yüsra Neccar, Filistin’deki akrabalarını ziyarete gittiğinde Ben Gurion havaalanında tacizkâr sorgulama yapan polisle konuşuyor. Niyeti, polise (ama aslında biz izleyicilere) sağlam bir sosyal mesaj vermek:
Yüsra: Nerelisin?
Polis: İsrailliyim.
Yüsra: Hayır, yani dedelerin nereden gelmiş?
Polis: Dedelerim İspanyalıydı.
Yüsra: Ben burada doğdum. Ailem de burada doğdu. Ama hâlâ sen beni sorguluyorsun.
Havaalanı polisinin aileye mobbing sahnelerinin öncesinde o günün tarihi olarak ekranda “6 Ekim 2023”ün görünüp kaybolduğunu hatırlatayım. Yani bir gün sonra yaşanacak Kassam saldırısında İsrail yerleşim yerlerinde bir günde 1200 insanın katledilmesi ve aralarında bebeklerin de olduğu 250 kişinin rehin alınması Yahudilerin hakettiği muamele olarak not düşülmüş.
Filistin endüstrisinin en dehşet verici işleri dahi haklılaştırma ve meşrulaştırma yönteminin ilk sırasında mağduriyet edebiyatı var.
Mo dizisinde geçen diyalog esas itibariyle Filistinliliğin düşünce modeli. Kendilerini yerli, Yahudileri ise yabancı ve dolayısıyla işgalci gören/gösteren şablon bu. Anne Yüsra, İngiltere’nin adı geçtiğinde de yere tükürüp lanetler yağdırıyor ama İngilizler, Romalılar gibi Filistinliler lehine Yahudilere etnik arındırma uygulasaydı hayır ve duayla anacağına kuşku yok.
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Filistinliler, özgürlük isyanları nedeniyle Roma’nın Yahudileri sürgün edip toprağı onlara vermesine minnettardı. Müslüman fâtihlerin Roma’nın siyasi mirasını sürdürmesine de. Başkasının acısı üzerine mutluluk kurulmaz denir, Filistinliler bunda sakınca görmüyor ve ta Musa’dan beri vatana dönmeyi amaç edinmiş Yahudilere, “Siz kimsiniz, burada ne işiniz var, neden buraya geldiniz” gibi tuhaf sorular sorabiliyor. Yani asıl adı Yahuda/Yahudiyye olan bu toprak Yahudilere ait olsa da sürgün edildiklerini ve hakkı kaybettiklerini kabullenmeli ve orayı terketmeliler. Bunu kendileri yapmazsa Filistinlilere şiddete başvurma hakkı doğar. Hiç de sempatik olmayan, sevimsiz, saçma, mantıksız bir akıl yürütme zincirlemesi. İsrailli fraksiyonların en ultra yobazı dahi türlü haksızlıklar yaratsa şu garip önermeler ve denklem meşrulaşmaz, haklılaşmaz, ahlaki değer kazanmaz.
Bu mantığa göre mesela 11. yüzyılda Anadolu’ya göçmen olarak gelmiş Türkler burayı işgal etmiş sayılır, orada olmamaları gerekir. Üstelik Yahudiler gibi toprağın asli sahibi de değiller. Yabancılar. Ama Türkiye sokaklarında Türkler, Filistinlilerin bu düşüncesini bayraklaştırıp Yahudilerin Filistin’i terketmesini isteyen gösteriler düzenliyor.
Yahudileri dünyanın dört bir yanına dağıtan sürgünlerden sonra tarihsel vatana göçmen olmaktaki trajedi Müslüman yürekleri burkmalıyken Yahudilerin Yahuda’ya göçüne bir de tepki gösteren düşünce biçimi hakkaniyete uygun mu? Semitik kökenden nefretten başka hissiyatla açıklanabilir mi? Semitik kökenden nefret insaniyete sığar mı? Müslümanların Yahudi göçmenlere yönelik sataşma, taciz ve saldırılarının ardından başlayan karşılıklı kıyım, kırım, katliam ve suçlar utanç verici değil mi? Her iki tarafın aşırılarını izole edip makul ve mutedil bir mutabakat için çabalamak yerine topyekün çatışmalı iklime girilmesi affedilecek şey mi?
Gücü yetenin her şeyi yapabileceği evreye geçildikten sonra yapacak hiçbir şey kalmaması felaketin en son fotoğraf karesi. O son ânı hadisenin tamamı ve ta kendisi sayanlar Müslümanlar.
Çözümsüzlük karşısında geriye kalan tek seçeneği savaş ve çatışma gören Filistinliler, seçtikleri yolun kendileri için büyük fiyasko yaratan sonuçlarına karşı sürekli müşteki, mızmız. 1948, 1967, 1973 savaşları ile FKÖ ve Hamas’ın defalarca saldırılarının hepsinde ilk hamleyi yapan ve savaşı başlatan hep Filistinliler oldu, ama hepsinde de yenildiler. Savaş hukukunda kuraldır, saldıran tarafın yenilgisi hak kaybının haklı ve meşru sebebidir. Lakin Filistinliler kendileri için kuralın değiştirilmesini ve yenilginin hak doğurmasını istiyor.
Romalılardan başlayarak devletler Yahudileri vatanından sürgün ederken Filistinliler bundan şikayetçi değildi. Onların bıraktığı her şeye el koydular. Sonrasında Müslüman sultanların sürdürdüğü bu mirasla Filistinliler çoğalırken Yahuda’nın asli sakinleri olan Yahudiler azaldı. Hani İmran ailesinden (Âlu İmran) bahseden surenin 140. Ayetinde, “İşte o günler; onları insanlar arasında devir daim ettiririz,” deniyor ya, devran dönüp Yahudiler zorbaca sürgün edildikleri topraklara kendi çabalarıyla geri döndüğünde Filistinlilerin mağduriyet çığlıkları atmasında haklılık bulmak kolay değil.
Hayatın içinde Filistinliler ile İsrailliler arasında yaşanan gerilimler konumuz dışında. Çünkü orada bin türlü değişken rol alabilir. Kişisel hesaplar, kıskançlıklar, güç rekabeti, sudan sebeplerle ihtilaf ve kavga vs. Savaş ise çok farklı bir durum. Anlaşmazlık ve gerilim sıcak savaşa dönüştüğünde uyulması gereken savaş hukuku bunun için var. Ama unutmayalım, o hukuk, birbirine silah çekmiş iki tarafı konu alıyor. Bu yüzden üye devletler savaş hali ve kayıplarıyla ilgili kriter belirleyen BM sözleşmesine imza koymuş.
Siyaset, propaganda, sloganlar falan hep olur. Taraflar birbirine psikolojik ve medyatik üstünlük sağlamak için bunu yapar. Ama meseleye hukuk nazarıyla bakan birileri de olmalı. İlk görüldüğünde irkiltici oluyordur tabii ki ama uluslararası hukukta “makul sivil zayiat oranı” diye bir kavram var. Işın Eliçin, “Savaş ve sivil zayiat” başlıklı yazısında bu konuyu ele almıştı. BM İnsani Gelişim Raporu’nda 1 askere 9 sivil kayıp makul bulunmuş. 7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e saldırmasıyla başlayan Gazze savaşında BM kriterlerine göre Hamas’ın öldürdüğü 1200 ve üstü sayıda İsrailli arasında üniformalı asker yok. Silahla karşılık veren sivil giyimli de. Bu nedenle Kassamcıların öldürdüğü tüm İsrailliler sivil sayılıyor. Zaten bu yüzden Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICC) Hamas liderleri Deyf, Heniye ve Sinvar için tutuklama kararı çıkarmıştı. Ama tutuklanamadan öldükleri için dosya düştü.
İsrailliler Gazze’deki sivil kayıpların BM’nin “makul sivil zayiat oranı”na uygun olduğunu iddia etse de ICC, savaş hukukunu ihlal suçlamasıyla Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Galant hakkında da tutuklama kararı verdi. Buna rağmen İsrailliler hukuku ihlal etmediklerini öne sürüyor. Kanıtlardan biri de savaş sırasında Hamas’ın Han Yunus komutanının, Sinvar’a gönderdiği mektupta güçlerinin yarısının öldürüldüğünü belirtip yardım istemesi. Buna göre Hamas’ın kaybettiği savaşçı sayısı 20 binin üzerinde. İsraillilerin iddiasına göre öldürülen üniformalı veya üniformasız savaşçı sayısı Hamas’ın açıkladığı 45 bin kayıptan çıkarıldığında geriye kalan sayı için oran, BM’nin 1 askere karşılık 9 sivil oranının çok altında.
Yani BM kriterine göre yaşlı, kadın, çoluk çocuk sivil katletme bahsinde Kassamcıların işlediği savaş suçu nitelik olarak Netanyahu’nunkinden büyük aslında. Netanyahu’yu “bebek katili” hakaretiyle anan heyecanlı şuursuzların, aynı sıfatı Hamas ve Kassam’a gönül rahatlığıyla takdir edebileceklerinin belgesi var.
Hamasçıların 7 Ekim’den sonraki ilk günlerde İsrailli sivillerin öldürüldüğü suçlamasını reddettiği hatırlanacaktır. Açıklamayı yapanlar, kendilerinin ceset teşhirinde insanî-İslamî sınır tanımamalarının aksine, İsrail tarafının naaşlara ve ailelere saygı nedeniyle görüntüleri açıklamayacağına güveniyorlardı muhtemelen. Doğru tahmin ettiler, İsrail bir günde katledilen 1200 insanın feci görüntülerini resmen açıklamadı. Hamas liderleri bu nedenle ilk günlerde masumların öldürüldüğüne ilişkin ithamlara “siyonistlerin yalanı” dedi. Ama yaşlı insanların, çocukların, ailelerin hedef alınarak öldürüldüğüne dair görüntüler sızmaya başlayınca “savaşlarda böyle şeyler olduğu” gerekçesine sığındılar bu kez. İşte savaşlarda olan o şeyler için BM kriterine göre Hamas’ın hedef alarak öldürdüğü siviller, savaş suçu sayılan oranın katbekat üstünde.
Hal böyle olunca Gazze’de bombardımanda parçalanmış çocuk naaşlarını kameralara sallayanların tek amacının infial yaratmaya dönük medyatik mağduriyet propagandası olmadığı açıklık kazanıyor. Büyük ihtimalle savaş kurbanı minik bedenlerle yapılan o gösteriler, Kassamcıların İsrail’de benzerini yaptığı gerçeğini alt basamağa indirmek, medyatik gündeme girmemesini sağlamak içindi aynı zamanda.
Ölü veya diri ele geçirilen Kassamcıların, propaganda için kullanmak üzere gövde kameralarıyla çektikleri 7 Ekim katliamının görüntülerini izledikten sonra Trump’ın “Filistinliler Gazze’yi kalıcı olarak terketmeli” demesinin bir sebebinin de kamuoyuna açıklanmayan bu dehşet verici görüntüler olduğu düşünülüyor.
Bize göre savaşın kendisi suç. Saldırıya karşı savunma dışında hiçbir çatışma meşru kabul edilemez. Hamas’ın sivil katliamı ile Likud’unki aynı hizada. Rakamların farklı olması bu hükme etki etmez. Çünkü bir tek masumu dahi öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir. (Maide 32). O nedenle, Gazze savaşını birikmiş öfke ve nefretini deşarj edecek bahane kullanan slogan esnafına hitap etmez bu yazdıklarımız. Taraftar tribününde ezberlenmiş sloganları haykırmak yerine doğrunun ve hakikatin ne olduğunun peşinden koşuyoruz biz. Hakikatın kendisi değerli ve kimin tarafında tecelli ettiğinin de anlam ve önemi bulunmuyor.
Neden hak hukuk, hakikat, doğru peşinde koştuğumuz ve yanlış da olsa Müslümanların ve Filistinlilerin tarafını tutmadığımız suçlamasının hedefine konulmakta değer verilecek hiçbir şey yok. Çünkü Müslümanlık inanç, iman, manevi kemal, adalet ve hakkaniyet anlamına gelmiyor; yanlış, hatalı ve suçlu da olsa kendi kabileni ve kabile üyelerini savunmayı gerektiriyor. Peygamber’in yıkmaya uğraşıp da başaramadığı cahiliye âdeti yani.
Filistin endüstrisinden başlayarak Müslümanlığı da muhakeme, tahkik, tetkik, analiz, sorgulama konusu yapabilmek için bu sıkı markaj inanç sisteminin dışına çıkmak gerek. Sosyal hayatı zapturapt altında tutmanın algoritması olan fıkıhtan kurtulmak yetmez yani. Fıkıh ve itikat dahil, full paket tüm Müslümanlığı terketmek lazım. Peygamber’in, Mekke’de, dönemin müslümanlığı sayılabilecek “İbrahim’in dini” tabelalı egemen, müesses, köleleri bile cezbeden pagan mekanizmadan kopup tertemiz ilk başlangıca, Allah’ın varettiği doğa/varoluş ilkesine yönelmeye çağrılması gibi. (Rum 30).
Küresel bir “ex-muslim” (eski müslüman) trendi varsa da çoğunlukla ateist olanları ifade eden yeni dalga bu. Ben de bir süredir eski Müslümanım, kendimi Müslümanlıkla tarif etmiyorum, hatta ortamlarda “hepimiz Müslümanız” klişesi kullanıldığında “elhamdulillah ben değilim” de diyorum, ama felsefi derinlikten uzak, sığ politik aktivizm olan ateistliğin açıklayamayacağı muazzam bir varlık ve varoluşun parçası olduğumuzun da farkındayım. Spinoza da İbn Arabi de aynı hissiyatla yeni bir izahın imkanını yokladı. Onların açtığı menfezden farklı bir evrene çıkınca dolaşımdaki acayipliklerin Müslümanlığın orijinalinde bulunmadığını anlatma çabalamasının beyhudeliğine ikna oldum artık. Tarihsel Müslümanlığın çelişkilerle ve insanı irrite eden fenalıklarla dolu bagajını taşımanın gereksizliğine inananlardanım.
Mustafa Öztürk, deist olup olmadığı sorusuna Muhyiddin İbn Arabi, Sadreddin Konevi gibi inanmak deistlik ise o listeye yazılabileceğini........
© Medyascope
