Kenan Çamurcu yazdı: “Direniş Ekseni”nin defin semiyolojisi
Bu haftaki “‘Direniş Ekseni’nin defin semiyolojisi” konulu yazısında Kenan Çamurcu, İran’ın yeni dönemi, Hizbullah’ın geleceği ve bölgedeki güç mücadelesi hakkındaki analizini paylaşıyor.
İran’da 2009 cumhurbaşkanlığı seçimlerinin televizyon tartışmalarındaki en ilginç an, Ahmedinejad’ın, onun hükümetini “maceracı dışpolitika yürütmek”le suçlayan eski başbakan Mir Hüseyin Musevi’yi, başbakanlığı sırasında İsrail’e karşı Filistinlilere destek olmak üzere asker göndermeyi planlamakla itham etmesiydi.
Halbuki Ahmedinejad, İsrail’i haritadan silme vaadiyle ultra muhafazakar ve radikal taraftarlarını coşturması ve muhtelif ülkelerde antisemit hastalıkla malül ruhları neşelendirmesiyle meşhurdu o vakitler. Buna mukabil savaş yıllarından başlayarak İran’ın en uzun süre başbakanlığını yapmış Musevi ise İran halkına ait kaynakların sınır ötesi işlerle heba edilmesine karşı çıkıyor ve iktidar olduğunda buna son vereceğini söylüyordu. O geceki tartışmada, “Lübnan ve Arap-İsrail savaşı İran’ın en önemli meselesi değil. Görmezden gelmeliyiz,” dedi.
Musevi, o tartışmada Filistin’e asker gönderme planını tekzip etti. O dönemde Filistin-İsrail ihtilafında devletin resmi tutumunun Yahudiler, Müslümanlar, Hıristiyanlar, tüm tarafların katılımıyla kendi kaderini tayin için referandum düzenlenmesinden ibaret olduğunu söyledi. Ama Ahmedinejad’ın Yahudi soykırımını inkar eden beyanlarının İran’ın başına büyük dertler açtığını, yardımcısı İsfendiyar Rahim Meşşai’nin, “İsrail halkıyla dostuz” açıklamasının da durumu kurtaramadığını hatırlattı. Musevi, başbakanlığı döneminden bir de anısı anlattı: “1982’de İsrail Lübnan’a saldırdığında herkes güç gönderip İsrail’i Lübnan’dan çıkarmamız gerektiğinde hemfikirdi. Hatta, keşif için bir grup da gönderildi. Ertesi gün yasama, yürütme ve yargı başkanları karar almak üzere toplantı halindeyken Ahmet Humeyni geldi ve İmam’ın (Humeyni), ‘Kudüs’ün yolu Kerbela’dan geçer,’ dediğini aktardı. Yani diyordu ki siz kendi savaşınıza bakın, Lübnan’a güç göndermek sizin neyinize.”
Derin karartmaya ve olağanüstü hale muhtaç katı otokrasi, yani kendi tanımıyla “mutlak velayet-i fakih” rejimi için alarm seviyesiydi Musevi’nin hükümet programı.
Mir Hüseyin Musevi, “Filistin davası”nın İranlıların refahından, hayat kalitesinden, demokrasisinden, mutluluğundan eksilteceğini biliyordu. Böyle bir kara deliğin her türlü yolsuzluk, hırsızlık, yağmaya yol açacağını, otoriter rejime yakıt temin edeceğini öngörmüştü. Nitekim öyle de oldu.
İran’ın gelişmiş ülkelerdeki gibi şeffaf demokrasiye geçeceğini, ‘79 devriminin “bağımsızlık, özgürlük, cumhuriyet” sloganlarına dönüleceğini, devrimin ilk yıllarındaki gibi sosyal hayatın özgür olacağını da vadetti Musevi. Bütün bunların ABD ve Avrupa’nın yaptırımlarının kaldırılması ve dünya ile serbest ticarete başlanmasıyla mümkün olduğunu biliyordu. Toplumu güçlendirdikçe otokratik rejimin gerileyeceğini ve nihayet sona ereceğini de.
Musevi’nin seçilmesi halinde tarihten silineceğini anlayan müesses nizamın elitleri düğmeye bastı ve hileli seçimde Musevi’nin kaybetmesini sağladı.
Bütün matematikleri zorlama pahasına sandıktan Ahmedinejad çıkarılınca milyonlarca İranlının tüm şehirlerde seçime müdahaleyi protesto etmesi üzerine, Kasım Süleymani’ye bağlı militer ve paramiliter güçlerin protestoculara saldırdığı ve Devrim Muhafızları generali Hüseyin Hemedani’nin (Suriye’de öldürüldü) âdi suçlulardan oluşturduğu milislere göstericilere saldırma ve dükkanları yakma görevi verdiği fiili sıkıyönetim ortamında geniş çaplı tutuklamalar, 300’e yakın protestocunun öldürülmesi, nihayet Musevi ve eşi Zehra Rahneverd’in mahkeme edilmeksizin ev hapsine atılmasıyla sonuçlandı macera.
Musevi ve eşi 16 yıldır hâlâ hapis. Yargılanmadan, savunma yapmalarına izin verilmeden. Dönemin Yargı Başkanı Sadık Laricani, Musevi’nin neden yargılanmadığını tuhaf gerekçeyle açıklamıştı: “Mahkemeyi sözlerini söyleyeceği platform olarak kullanmak istiyor.” Mahkeme bunun için yapılmıyor mu zaten?
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Tehran milletvekili Ali Mutahhari de, Hamenei’den Musevi’nin ev hapsinin kaldırılmasını, en azından yargılanmasına izin verilmesini istediğinde “Yargılansa cezası çok ağırdı olurdu. Böyle yapmakla ona lütufta bulunduk” cevabını verdiğini aktardı. Yani Musevi, mahkemeye çıkarılmadan 16 yıldır eşiyle birlikte hapis tutulması dolayısıyla üstelik teşekkür borçluydu Hamenei’ye göre.
Batılıların “iyi diktatör” veya “müşfik diktatör” diye bir kategorisi var. Halkın yararına reformları otoriter yöntemlerle uygulayan liderlere diyorlar. Mafya ve çetelere karşı amansız mücadelesiyle şöhret kazanan El Salvador’un şu anki cumhurbaşkanına da “cool (havalı) diktatör” deniyor. Hamenei’ninki böyle bile değil, pervasız istibdat. Çok sevimsiz.
İstibdadın edebiyatında Musevi ve eşi Rahneverd’e uygulanan alıkoyma “ev hapsi” diye geçiyor ama eve yapılan abartılı modifiyeyle basbayağı cezaevi. Uygulanan infaz da ağırlaştırılmış hapis. Üstelik süresi bile belli değil. Aslına bakılırsa bu bir kaçırma, rehine eylemi. Düpedüz terörizm.
2009’u mutlak velayet-i fakih rejimi için geriye sayımın başlangıcı görenler var. Pehlevi rejiminin, Ruhullah Humeyni’nin sürgüne gönderildiği 60’lı yılların ortasından itibaren çöküş sürecine girmesi gibi. Pehlevi istibdadı, İran’ı Amerika ve İsrail’e peşkeş çekmekle suçlanıyordu. Velayet-i fakih istibdadı ise Lübnan ve Filistin’e peşkeş çekmekle. 2009’dan bu yana giderek artan oranda seçimleri boykot eden İranlılar “Ne Gazze ne Lübnan, canım feda İran” sloganını her fırsatta tekrarlıyor.
Nasrallah, Musevi’ye ve eşi Rahneverd’e reva görülen hukuksuzluk, zulüm ve haksızlıktan, İran’daki masif istibdattan haberdardı, ama buna tepki göstermek yerine İranlıların yoksullaşması bedeliyle Hizbullah’a bütçe aktarımının sürdürülmesi hatırına Hamenei’yi “ümmetin lideri” falan iltifatlarla anmayı hiç ihmal etmedi. İran’la ilişki nedeniyle yaptırım uygulayan Batı başkentlerine “Alın size net söylüyorum: Bütçemiz İran’dan geliyor, bütün masraflarımızı İran karşılıyor” diye çıkışırken aslında Tehran’a memuriyet ilişkisinden hoşnut olmayan taraftarlarını da azarlıyordu.
Bu “duygusal” bağ, çeşitli ülkelerde kendini “Direniş Ekseni”nde tanımlayan irili ufaklı, etkili etkisiz tüm grup ve örgütler için de geçerli. Şii dünyanın muteber âlimi merhum Muhammed Hüseyin Fadlullah, Hizbullah’ın bu duruma düşürülmesine itirazı olduğu için Tehran’daki etkinliklerin resmi protokolünden çıkarılmıştı.
Fadlullah, Lübnan’ın birlik ve barışının simgesi İmam Musa Sadr’ın varisiydi. Kuruluşunda Fadlullah’ın tavsiyeleriyle hareket eden Hizbullah başlangıçta sosyal, siyasi, entelektüel bir hareketti ve askeri yönü detaydı. Fakat Nasrallah, Hizbullah’ı militer vasıftan ibaret lejyonerliğe dönüştü.
Aralarında Kur’an tefsiri de bulunan 70’ten fazla kitabı yayınlanmış Seyyid Fadlullah, Hamenei’yi ilmi liyakattan yoksunluk ve İran-Hizbullah ilişkilerine yaklaşımı bakımından eleştirince ultra muhafazakarların hışmına uğradı. Fadlullah, Hamenei’nin Şiilik içinde yayılma stratejisine ilk itiraz eden âlimdi. Nasrallah’ı Hizbullah’ın başına geçiren operasyon sonrasında dışlandı, yok sayıldı.
Fadlullah’ın öğrencisi Huccetulislam Muhammed Cevad Ekberin, hocasının “yeni İran”da gözden düşmesini Hizbullah’a dayatılan modele karşı çıkmasına bağlıyor. Ekberin de bazı makaleleri nedeniyle hapis cezalarına çarptırılmış ve Paris’e hicret etmek zorunda kalmış bir dinadamı. Değerlendirmesi şöyle:
“Fadlullah, Hamenei’yi taklit mercii seviyesi için gerekli fıkhi mertebede görmüyordu. Kendisinden bizzat işittim. Ayetullah Humeyni’nin vefatına kadar mukallit bir mollayken vefatından bir yıl sonra nasıl olup da müçtehid haline geliverdiğini soruyordu. Bunun siyasi bir durum olduğuna ve fıkhın ilmî ve geleneksel seyrine zarar vereceğine inanıyordu.”
“Fadlullah’a göre Hizbullah Lübnan toplumuyla birlikte ve yerel hareket etmeli, Lübnan şartlarını gözönünde bulundurmalıydı. [Hamenei döneminde] İran’ın Hizbullah için dikte ettiği model ve fazlasıyla içli dışlı hareket tarzı Lübnan’ın yerel ve kültürel şartlarıyla bağdaşmıyordu.”
“Fadlullah, 1982’de Hizbullah kurulduğunda örgütün manevi babası kabul ediliyordu. Ama sonraki yıllarda örgütle arasında ihtilaflar ortaya çıktı. Velayet-i fakih ilkesini kabul etmiyordu ve bu da Tehran’a mutlak itaate çağıran Nasrallah’la arasındaki mesafenin büyümesine sebep oldu. O kadar ki, maaşlarını Tehran’dan alan Hizbullah yöneticileri bazı ortamlarda onun aleyhinde ileri geri konuşmaktan çekinmiyordu. Buna rağmen Fadlullah daima saygın bir âlim olarak yerini korudu.”
Nasrallah, İran halkının ağırlıklı çoğunluğunun Hizbullah uğruna yoksulluk, ambargo, yaptırım, izolasyon halinde bir kenara itilmeyi kabul etmemesine empati yapmak bir yana, Mehsa Emini protestoları sırasında halkı suçladı. Saçından bir tutam gözüktü diye gözaltına alınmış ve darp sonucu beyin kanamasıyla hayatını kaybetmiş Mehsa için düzenlenen protestolar hakkında şöyle dedi: “İran hedefte bir ülke. Her olayı aleyhte kullanıyorlar. Bu belirsiz olayı da kullandılar ve halkı sokağa döktüler. Göstericiler İran halkının gerçek iradesini yansıtmıyor. İranlılar liderine vefalıdır.”
Hizbullah’tan bir yorumcu, Menar televizyonunda daha da ileri gitti ve, “Mehsa Emini, terörist Komala örgütünün üyesi. İntihar eylemi için polis merkezine gitmiş. Orada hap yutmuş. Şehit olup bölgede fitne çıkarmak için,” dedi.
Nasrallah’ın kızı Zeynep Nasrallah da babası gibi İran’daki protestolardan, muhalefetten, siyasi tartışma ve müzakerelerden pek hoşlanmıyor. İbrahim Reisi’nin cumhurbaşkanlığı zamanındaki İletişim Başkanı Mehdi Rahimi’nin aktardığına göre cenaze töreninin gecesinde evinde ağırladığı misafirlerine İran’da siyasi akımlar arasındaki tartışmaları işittiğinde ağladığını söylemiş. “Elinizdeki nimetin kıymetini bilmiyorsunuz” diye suçlamış İranlıları.
Yani İranlıların daha fazla demokrasi, hak, hukuk, özgürlük, şeffaflık, serbest seçimler, hür siyasal katılım, refah, kaliteli hayat standardı gibi temel insani değerleri talep etmesinin baba kız Nasrallahların gözünde değeri sıfır. Nasrallah için İran, Hizbullahçı ailelerin maişetini karşılayan finans kaynağından ibaretti.
Bu arada, Nasrallah’ın maişetini temin ettiği bir işi ve mesleğinin olmadığını da hatırlayalım. İranlıların hakkı olan paradan geçinmek dışında. Hizbullah savaşçıları da, İran bütçesinin yüzde 60’tan fazlasına sorgulanamaz biçimde hükmeden Hamenei’den maaş alıyor. Bildiğimiz lejyonerler yani. Mersenar,........
© Medyascope
