Şovenistler delirdi, demek ki barış süreci doğru yolda-IV
Çözüm sürecinin dinamiklerini tartışan bu dördüncü yazıda, konunun güncel yanından biraz sapmak zorunda kalacağız. Ulusalcı çılgınlık, üzerinde kısaca da olsa durmamız gereken bir hal aldı zira. Tartışmanın öne çıkan yönlerinden birisi elbette sosyalizm ve milliyetçilik ilişkisi. Gerçekten sosyalist olanlar, I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinden beridir, “esas düşman içeride” sloganını sahiplenir, öne çıkartır ve egemen sınıf milliyetçiliğinin ezilenler üzerindeki hegemonyasını kırmak için sert bir kavgaya girişirler. Bu çok zor bir kavgadır çünkü alışkanlıklar, önyargılar ve en önemlisi “sol” milliyetçilik topluca engel oluştururlar. Egemen sınıf milliyetçiliğiyle mücadele bu nedenle “sol” milliyetçilikle mücadeleyle el ele gitmek zorundadır. İçinden geçtiğimiz çözüm süreci de dahil olmak üzere savaş, çatışma, barış ve silahsızlanma gibi süreçlerde, milliyetçilik tartışmasıyla devlet tartışmasının birlikte sürmesi tesadüf değildir. Devlet ve milliyetçilik arasında kopmaz bir ilişki vardır.
Milliyetçilik ve savaş
Lenin, Rusya’da savaşa karşı mücadeleye, egemen sınıfa karşı da kullanılabilecek güçlü bir içerik kazandırdı. Savaşa karşı mücadeleyi, Çarlık rejimine karşı mücadeleyle birleştirmek üzere harekete geçti. Oysa bu konu, Alman Sosyal Demokratların elinde bambaşka bir içerikle ele alınmıştı. “Sol” milliyetçilik bile, 1900’lerin başında kendisini Marx ve Engels’in otoritesine yaslanmak zorunda hissetmişti. Birinci Dünya Savaşı’nın milliyetçi ikliminde Alman sosyalistler, Almanya’da işçi sınıfını savaşa katılmaya ikna etmek için Marx ve Engels’in Çar rejimine olan düşmanlığına sığınmışlardı. Marx için de Engels için de Çarlık rejimi “özeldi.” Marx ve Engels “hangi ulusal egemen sınıfın zaferi işçi sınıfı hareketi için en avantajlı sonuçları doğurur” sorusunu “Çarlık Rusya dışında kim olursa” diye yanıtlıyorlardı. Çünkü “Rusya, kıtadaki tüm gericiliğin destekçisi ve kışkırtıcısı, karşı devrimin merkezi ve kalesi, özellikle Almanya’daki eski rejimin her kalıntısının ilham kaynağı ve destekçisiydi. Gericiliğin her tezahürünün arkasında Çar, diplomatları ve ordularının tehdidi beliriyordu.”(1)
Fakat bu 1914 yılında artık geçerli değildi. I. Dünya Savaşı boğazına kadar emperyalist arzularla dolu blokların bir savaşıydı. Alman sosyal demokratlarının savaşın arifesinde Çarlık Rusya’sının yenilgisini her amacın önüne bir büyük amaç olarak koymaları, sol soslu milliyetçiliklerini Marx’ın otoritesine yaslanarak gizleme sinsiliğinin ifadesiydi. Alman sosyal demokrat basında şöyle ifadeler yer alıyordu:
“Alman sosyal-demokrasisi, Avrupa gericiliğinin kanlı bekçisi olarak çarlıktan her zaman nefret etmiştir; Marx ve Engels’in bu barbar hükümetin her hareketini uzak görüşlü gözlerle izledikleri zamandan, hapishanelerinin siyasi mahkumlarla dolu olduğu günümüze kadar ve yine de her işçi hareketi karşısında titriyor. Alman savaş bayrağı altında bu korkunç alçaklarla hesaplaşmamızın zamanı geldi.”(2)
Elbette Rosa Luxemburg gibi enternasyonalist sosyalistler, bu sinsiliği hemen gördüler. Luxemburg, 1848 yılında Almanya’da Mart devrimi sırasında Marx’ın yazdıklarının ve Çar Nikola’ya karşı yükselttiği sesin, 1914 yılında sosyal şovenistler tarafından, Alman işçi sınıfını 1905 devrimini gerçekleştiren Rusya işçi sınıfına karşı yöneltmek için kullanılmasını ve Prusya egemen sınıflarıyla kol kola silahlanmaya çağrısı yapmak için istismar edilmesini yerden yere vurdu.
Bu tartışmanın konumuzla şöyle bir ilgisi var: bugün de Türkiye’de sosyal şovenler, iki olgunun arkasına sığınıyor. Birincisi ABD emperyalizmine karşı olma bahanesiyle her türden zorba devlet ve rejimle aynı saflara düşüyorlar. İkincisi ise 1923’te kurulan rejimi anti emperyalist bir politik atılım olarak görüp o dönemin “değerlerini” ve merkezi devlet yapılanmasını ölümüne savunuyorlar. Onlara göre, 1923’ü savunmuyorsanız, emperyalizmin ve bu kötülüğün bugün vücut bulmuş hali olan ABD’nin yanında konuşlanıyorsunuz. Cumhuriyet gazetesinin sosyalist cephe diyerek aşırı övgüye mazhar bıraktığı birkaç partinin yeni çözüm süreci hakkındaki görüşlerinin Alman sosyal demokratlarıyla birebir örtüştüğünü gözlemlemek mümkündür. Bu arada Cumhuriyet gazetesinin sosyalist cephe içerisine almadığı sosyalist partiler, bunun aslında bir övgü olduğunu düşünebilir ve bunu Kemalist olmadıklarının veya en azından Cumhuriyet gazetesi nezdinde yeteri kadar Kemalist olmadıklarının bir işareti olarak görebilirler.
Trajediden komediye: 2025 model “Alman sosyal demokratları”
Cumhuriyet gazetesi bazı partilere, çözüm sürecini, komisyon meselesini ve Erdoğan’ın konuşmasında geçen “Türk-Kürt-Arap” sözünü sormuş. Solculuğu Mustafa Kemal heykelinin önünde diz çökmekle eş tutanların genel sekreteri Kemal Okuyan, “‘Türk-Kürt-Arap’ vurgusu Sünni eksenli yeni Osmanlıcı bir yaklaşım. Bu tür ‘etnik’ vurgularla kardeşlik örülmez. Biz buna karşı şöyle diyoruz: Sömürücüler, zalimler, emperyalistler, tarikat şeyhleri dışarıda kalsın, emekçiler, yurtseverler birleşsin. Etnik kökene bakarak görevlendirme fikri tartışmaya dahi açılamaz. Buradan kardeşlik değil, kopuş ve düşmanlık ürer.” demiş ve şu acayip soruyu üretmiş: “Türkiye’de insanları etnik kökenine göre tasnif eden bir kurum mu var?” Kendilerine, bir ara Türkiye Cumhuriyeti sınırlarından içeri girmelerini salık vermemizde ve “Ne mutlu Türk’üm diyene” lafını hiç duymadıysa bile bu memlekette azınlık bıraktırılanların hikayesini hiç mi dinlemediklerini sormakta fayda var.
Böyle düşünenlerin, Taner Akçam’ın Yüzyıllık Apartheid kitabına kabaca göz gezdirmelerinde fayda olur. Böylece Osmanlı millet sistemindeki ayrımcılığın din esasına dayanmasından farklı olarak, Cumhuriyet dönemi ayrımcılığının ırk, kan, etnik köken, soy ve kültür gibi din dışı kategorileri hukuk sistemine sokmuş olduğunu öğrenebilir, örneğin gayrimüslim vatandaşların devlet memurluklarına atanamadığını ve birçok mesleği icra etmelerinin imkânsız hale getirildiğini kavrayabilirler. Çözüm sürecine karşı çıkıp milliyetçiliğin ateşini körüklemek için en temel Cumhuriyet tarihi gerçeklerini silikleştirmeye çalışmanın alemi yok.
Bir diğeri, lafı hiç dolandırmıyor. Gazetenin sorusuna “‘1923’le hesaplaşmak’ olarak kodlanan yeni bir cephe kuruluyor.” diyerek Kemalizm’e duyduğu derin bağlılığı hiç utanma duymadan sergileyen Sol Parti’den Önder İşleyen, elbette 2010 yılında anayasa referandumunda “yetmez ama evet” diyenleri unutmuyor. “Eskinin ‘yetmez ama evetçi’ liberal pespayeliği de bu cephede toplanıyor.” diyerek, sol milliyetçi pespayeliğin zirve noktalarını kimseye bırakmayacağını ilan ediyor. Tabii ki bugünün........
© marksist.org
