Benim Gözümde Mehmet Recai Kutan Ağabey
Bugün O’da her fani gibi emr-i Hakka uyarak ahirete göçtü. Yolunuz açık olsun. Sizi efendiliğinizle, çalışkanlığınızla ve de dürüstlüğünüzle bu millet asla unutmayacaktır. Bu dünyada hangi görüşte , hangi düşüncede ve hangi meşrepte olursa olsun herkesin Recai Kutan’ın ismi geçince eyvallahı vardır. O, Milli Görüş camiasının göz bebeği ve İslam aleminde de ona çok dua edenlerin vardır. Muhterem ağabeyim; öte alemde Allah cemaliyle sizi şad ve handan eylesin. Bizden önden gidenlerin tümüne selam olsun. Yüce Rabbim mekanınızı cennet bahçelerinden bir bahçe eylesin.
Mehmet Recai Kutan ağabeyim hayata iken bizzat kendilerinin okuyarak, onayını aldığım bu yazımı ; bugün vefatıyla O’na dualara vesile olması dileğiyle yayımlıyorum. Demek bugüne nasip olacakmış O’nu hayırla anıp , iyilikle yad etmeye !.. İşte o yazı: O,1952 yılında İstanbul Teknik Üniversitesinin İnşaat Bölümünden mezun olunca önce doğduğu İl Malatya’da , DSİ 92 şube de mühendis olarak göreve başlar. Sonra da Diyarbakır’a , Devlet Su İşleri 10. Bölge Müdürü olarak atanır. O günden beri; adı Anadolu’da : ‘’ Suyu Arayan ve Suya Gem Vuran Adam ! ‘’ olarak kayıtlara geçen , şimdi de doksan üç yıllık ömrüyle , bedenen bir avuç kalmış ama ; hala beyni saat gibi çalışan, bir de söz; ‘ su ve barajlardan ‘ olunca bugün bile göreve yeni atanmış bir delikanlı gibi heyecan duyan , ender insanlardan biridir Mehmet Recai Kutan ağabey . Diyarbakır’da inançlı , idealist , gayretli genç mühendisler : Fehim Adak, Korkut Özal , Ömer Naim Barın, Mehmet Helvacı, İsmet Ağan ve Abdurrahman Ünsal onun vazgeçilmez mesai arkadaşlarıdır. Bu idealist, inançlı genç mühendislerin hedefi : Güneydoğu Anadolu’nun makus talihini yenmek:‘’ Su Medeniyeti ‘‘ ni yeniden ihya etmek ve Fırat ile Dicle nehirleri üzerinde barajlar inşa etmeye ant içip , hayatlarını bu uğurda feda edecek kadar gözü perk insanlardı. Yukarı Mezopotamya’nın verimli Hilali’ni yeniden ihya etmek; bölgeyi stratejik tarım ambarı yapmak, bölgenin elektrik ihtiyacını karşılamak onların başlıca hedefleri arasındaydı . Bu münevver mana erleri , gönüllerindeki: ‘’ Yarınki Türkiye’leri’’ için yeni, yepyeni bir hareketin öncülleri olacaklardı ileride. Günü gelince ‘’Dava ‘’ ya lokomotif olacak birinin etrafında hâlelenip ‘’Yeniden Anadolu Medeniyeti’’ nin ihya ateşini harlatacaklardı. Ellerindeki o sönmez ilim ve irfan meşaleleriyle bu karanlık günleri , aydınlık günlere çevireceklerdi . Onlar hiç vakit geçirmeden kolları sıvamış ve Diyarbakır’da işe girişmişlerdi. Hummalı bir çalışma içinde idiler onlara tahsis edilen o daracık mekanlarda. Arılar gibi çalışıyor, bölgenin gemlenecek baraj yerlerini , haritalar üzerinde işaretliyor ve de katır sırtlarında bizzat sahaya inerek o yerlere kazıklar çakıyorlardı. İlmin ışığı, mazide Doğudan Batıyı aydınlatmıştı. Orta Çağda karanlıklar içinde hurafelerle boğuşan Batıyı ,“ Kayıp Medeniyetimizin “ aydınlık yüzleri ; mana erleri asırlarca aydınlatmıştı. Bir zamanlar Endülüs Medeniyeti ; Avrupa’ya ışık saçan bir kaynak olmuş ve Batı alemi de bununla Rönesansını yapmıştı. Bunu da ilmin namusunu taşıyan batlı alimleri de inkar etmezler. Bugün ise , hayatın çarkı tersine işliyor. Teknoloji ve müsbet ilimin meşalesi Batılıların elinde parlıyor. Bu kez de Batı, Doğuyu aydınlatıyor. Bunu yenmek için yıllarca ilme susamış yürekler : O, “ Kayıp Medeniyetimizin ‘’ mirasına kavuşma aşkıyla yanıp tutuşmuşlardı . Artık madde de ve manada yetişen bu idealist gençlerin elinde ilim meşalesi yeniden Doğu’dan Batının aydınlatıcısı olacaktı. O günler de uzakta değildi. Ati parlak olacaktı. Gaye İnsan ,Ufuk Peygamber , Yüce Nebi’nin: “ İlim, müminin yitik malıdır nerede bulursa alır.” düsturunu hayatlarının nirengi noktasına koymuş ve ona yürekten inanmış enerjik bir kadro geliyordu. Yıllar sonra Anadolu’nun verimli topraklarında filiz veren bu kökler; İstanbul Teknik Üniversitesi ve diğer ilim yuvalarından mezun olmuşlardı. Mezopotamyanın verimli topraklarında , Dicle Nehrinin kıyısında kurulan tarihi kadim kent Diyarbakır ( Amed ) de ve Anadolunun diğer illerinde görev yapan bu beyinler bizlere umut vaat ediyorlardı. Bir kutsal gaye uğruna , kafa kafaya veren bu inançlı idealist kadrolar , büyük işlere ileride imza atacaklardı. Anadolu’da : “ Çay bile demlenmeden bardaklara dökülmez ve de gönülleri de şad etmez.” derlerdi eskiden. Şimdi o gençler; demlenmiş güzel Rize çaylarını , ince belli Paşabahçe bardaklarında Diyarbakır’ın Evsel Bahçelerinde keyifle yudumluyor , istikbale dönük hayallerini hayata geçirmek için birlikte çalışıyor ve durmadan istişareler yapıyorlardı. Yeniden : ‘’ Yarınki Türkiye ‘’ nin dirilişi ve uyanışı için beyin patlatılıyorlardı. Yıllarca önleri kesilen ,fikirleri yok sayılan, hatta bir adım öne çıkanlarını hemen tedip için kodeslere tıkayanlar; artık gördüler ki, bu insanlar bulundukları yerleri medreselere çeviriyorlardı. Ve kodeslerden çıkıncada daha da bilevleniyor birer ilmin kahramanı kesiliyorlardı. Ülkede yıllarca seküler eğitim sistemi rekabetçi bir gençlik yetiştirememişti. Tek tip insan yetiştiren bir maarif sistemi vardı ülkemizde. Bu sistemin imalat hataları mühendisler, sosyal bölümlerden mezun olan yiğitler de Agora meydanlarını doldurmuşlardı. Bu idealist ve inançlı gençliğin öncüleri her makam ve mevkilerde boy göstermeye başlamışlardı. Onlardan öğretmen, akademisyen, doktor, mühendis , hukukçu , edip , şair , imam , iş veren, işçi ve sanayiciler yetişmişti. Bu inançlı ve idealist damarlar her tarafta varlık gösteriyorlardı artık . Öbek öbek bu nüveler gittikleri Anadolu’nun her tarafını gülistana çeviriyorlardı . Tek tek ağaçlar birleşerek birer orman oluşturmaya çalışıyorlardı . Bu fikir ormanları gittikçe gümrahlaşacaktı. Sistem de artık onları adam yerine koymuş, fikirlerini dişlerini sıkarak dinlemekteydi. Ülke de sol ve sağ materyalist gençliğin yanında ; bir de mukadessatçı ve maneviyatçı bir gençlikte yetişmişti . Yurdun kararan fikri ,imani ve siyasi ufuklarını yeniden aydınlığa kavuşturmaya çalışan bu yiğit mana erlerinin her biri kendi mecralarında büyük gayretler içindeydiler. Anadolu’nun yalçın dağları kadar başı dik , gönlü hürriyet aşkıyla tutuşan, dili hakkı zikreden , kalemi nurlar saçan, şarkın kartal bakışlısı, yıllarını sürgünlerde, Anadolu’nun çeşitli mahpushanelerinde çile çekerek geçiren , zehirlenen , bulunduğu mahpushaneleri Medrese- i Yusufiye’lere çeviren Bediüzzaman Said Nursi idi. O’nun Risale i Nur Külliyatı yeniden insanların imanlarını ihya için Anadolu’nun her tarafında çilekeş dava erleri şakirtleriyle yayılıyordu . O’nun yurdun dört bucağını karış karış adımlayan karınca misali yiğit talebeleri vardı. Süleyman Hilmi Tunahan da Kur’an ı Kerimi yüzünden okuyanların çoğalması için yıllardır yasaklanmış bu İlahî Kelâmı , yeniden genç dimağlarına nakşetmek için onlarda yurdun dört bucağını harıl harıl , karış karış tarıyorlardı. Anadolu Coğrafyasında Necip Fazıl Kısakürek ise, Büyük Doğu fikriyatını gerek yayımladığı Büyük Doğu dergisiyle ve gerekse Anadolu’nun her şehrinde verdiği konferanslarla o da davasını gönüllere ve beyinlere nakış nakış işliyordu. Üstad Necip Fazıl bir hitabet virtüözü idi. Gönülleri feth etmeye devam ediyordu o şahane konferanslarıyla. Anadolu gençliği Sakarya gibi çağlıyordu.Anadolu ayakta idi. Anadolunun karanlık ufuklarını mânen yırtmak için yiğit mâna erlerinden Abdülaziz Bekkine ise , maneviyat çadırını Zeyrek’te, İstanbul’un göbeğinde açmıştı . Bulunduğu mekanı birer maneviyat sofrasına çeviriyordu . Üst düzey bürokratlar , üniversite hocaları ve öğrencileri onunla hemhal olmaları işin rengini değiştiriyordu. Bir maneviyat şelalesi gürül gürül akıyordu İstanbul’un içinde. Diğer mana erlerinden Abdülhakim Arvasî de Eyyüb Sultan camiinde gönüllerin fethine çıkmış , gönül erlerinin gönül deryasında kulaç atanlarına ve onların gönüllerini irşadına başlamışlardı . Fatih’te , İskender Paşa Camiinde ; Mehmet Zahit Kotku’ nun sözü ve sohbeti o münevver insanlar ve üniversite gençlerine bir cazibe merkezi olmuştu. Onun güzel vaaz ve nasihatlarını dinlemek için camiiye gelen taze beyinlere birer ışık ve nura hasret o yüreklerine parıldayan ilmi şule’lerle verdiği o gönül dersleri ; derse gelenlerin gönüllerini cilalıyordu. İskender Paşa Camiine gelen daha çok Mühendis ağırlıklı gençlerdi. O ders halkası gün geçtikçe genişliyordu. Oradan manevi icazetlerini alanlar Anadolu da gittikleri yerleri gülistana çeviriyorlardı. Oraya devam eden bu öğrencilerin içinde yarının birer siyaset önderleri çıkacak ve yarınki Türkiyenin siyaset sahnelerinde rol alacaklardı. Anadolunun manevi mimarları; akıl ile gönülü, ilim ile imanı birleştirince yurdun üstüne çöken kabus yok olacaktı. İsmailağa cenahı da Mahmut Ustaosmanoğlu’nun etrafında halelenmiştiler Fatih/ Çarşamba civarında. Onlar daha çok kız öğrenciler üzerinde duruyorlardı. Çalışmalarını daha çok kızlara tahsis etmişlerdi. “ Aileyi elde eden, toplumu elde eder. “ İlkesini benimsemişlerdi. Kur’an’ı Hafız etmek onlarda öncelikli idi. Hafız-ı Kur’an olmak bile Kur’an’ın bir mucizesi değil mıdır? Yine ; Mahmut Sami Ramazanoğlu da sesiz sedasız, derinden Erenköy, Göztepe’de icrayı faaliyette idi. O daha çok varlıklı zengin insanlar ve iş adamları üzerinde duruyordu. O da ilmik ilmik örüyordu o gençlerin gönül tellerini ve de buna teşne olan beyinlerinin kıvrımlarını. Tasavvuf ekolünün önde gelen manevi erleri hararetle çalışıyorlardı tüm yurtta. O, Manevi mimarlar dünden kalan birer ekol gibi idiler. Ben ; Üniversitede öğrenciyken; İstanbul Özel Erenköy İlkokulunda öğretmenlik yaptım dönemimde bunlara bizzat şahid oldum. Anadolu’nun diğer bölgeleri ve Doğu/ Güneydoğusundaki feyiz menbaları da ağuşlarını açmışlardı Anadolu’nun ilme ve imana susamış gençlerine. Nurettin Topçu da ; Hareket Dergisinde Anadoluculuk fikriyatını , ilme susamış Anadolu gençliğine sunarak yol alıyordu . Anadolu’nun her yerinde kendi imkanlarıyla gelişen diğer fikri ve irfani hareketler de kendi köklerini sağlamlaştırmak için emin adımlarla ilerliyorlardı Anadolu topraklarında . Yurdun karanlık günleri artık aydınlanacaktı. Sezai Karakoç da : Mana Medeniyetimizin yılmaz........
© Maarifin Sesi
visit website