Seferberlik Yıllarına Dair Hatıralar
Ey vatanperver yeni nesil! Seferberlik yıllarına; Cihan Harbi ve Millî Mücadele günlerine dair çevrenizde anlatılan yaşanmışlıkları, unutturulmaması gereken hatıraları yazınız ki nisyana terkedilmemiş olsun. Maazallah vebaldir…
Ulu kocalar, mehabetli bir emanet, muazzez bir vatan bıraktılar. Olmasalardı olmazdık. Bu bakımdan hatırları âlidir, daima… Bu hatırın da güdülmesi, varlık şartnamesindeki en başta gelen kayıttır. İhmale gelmez: Dünden tevarüs ettiğimiz bugün, geleceğin bize emanetidir.
İşte o kahraman nesle ait, aziz hatırlarını ihtiram ederek, zor zamanlara ait ağırlık dolu birkaç sayfayı arz edelim:
Yozgat’ın Divanlı Köyünden Mülâzım Şükrü Efendi
Hani derler ya: “Kandillere katran döktü geceler.” diye! Aynıyla vakidir bir vakitler. Zifiri bir örtüdür sanki ufukları kaplayan. Sabaha duyulan hasret içinde geçen onca sene!
Âh memleket!
Anaların göz pınarları ağlamaktan kurur. Ulu kocalar, evlât acısından dertlerini içlerine atarlar ve gözlerine duman çöker.
Ya boynu bükük yetimler! O da ayrı fasıl! Yüzbinler ifadeye kâfi gelmez, milyonladır Anadolu’nun hanelerinde!
Ve Yozgat!
Ardı arkası kesilmez harplerde, yorgun, taze fidanları solgun ve uzun geceden sabaha çıkma umudu içinde!
Dedeler torunlarını oğul balı diye severler. Ocak umudu diye keyiflenirken torunlar da umutlarla beraber büyür. Çok sürmez, harp başlar. Seferberlik ilân olunur. Yabancılık çekilmez seferberliğin adına. İlk defa olmuyor ya! Gitmedik yiğit kalmaz. Kader işte! Sefer sırası bu defa da ocak umudu torunlara gelir. Onları da alır götürürler dönülmez yoldan!
Sonrası!
Yaman bir yara, kor bir ateş! Düştüğü yeri yakan cinsinden! Dert, bir anda bir iken bin olur! Ocaklar batar. Tarlalar boz kalır!
Kalanlar, tıpkı cephedekiler gibi zorluğun nasiplerine düşeninden biriktirirler, kıtlıkla, eşkıya zulmü ile, yoklukla mücadele ederek hayatta kalmaya çalışırlar! Beşer tâkatini aşan bir azim ve kararlılıkla var olmaya, diri kalmaya, yılmadan yürümeye gayret ederler! Bir dağın başında her zaman duman durmaz. Gelir geçer diyerek sabır divanında niyazda bulunurlar!
Sonrası mı?
Sabır talimgâhında çile talim eden Mehmedlerin kumandanlarından olan Divanlılı Şükrü Efendi bunlardan sadece biri. Onun tahkiyesi de, emsâllerini aratmayacak türden. Dayanabilene aşk olsun!
Hatiboğlu Mehmed Şükrü Efendi, H. 1302 M. 1884-1885’de Divanlı Köyü’nde dünyaya gelir. Babası İsmail Efendi’dir. Yozgat’ta ve Adana’da tahsil görür. Memleketine döner. Evlenir.
Aradan kısa bir zaman geçer.
Babaları vefat edeli hayli olmuştur. Dört kardeştirler. Başlarında anaları olduğu hâlde bu dört kardeş, arazileriyle meşgul olmakta, ziraatla ve biraz da hayvancılıkla geçimlerini temin etmeye gayret etmekte, babalarının ocağını şeneltip ele güne karşı muhanete muhtaç olmamak için çalışıp çabalamaktadırlar.
Şükrü Efendi, zaman zaman Yozgat’a gelmektedir. Yozgat’a Payitaht’tan hiç iyi haberler gelmemektedir. Devlet-i Aliyye’nin yeni bir harp eşiğinde olduğu konuşulmaktadır. Harp, seferberlik demektir. Farkındadır: “Bizim eve de uğrar ya, haydi hayırlısı.” deyip geçer! Köyüne döner.
Akşam odalarında bulunan misafirlerine olup biteni anlatır. Harpten, seferberlikten söz eder. Dinleyen herkesin başı öne düşer.
O gün Şükrü Efendi’nin içinde tarif edemediği bir sıkıntı vardır. Uhuneti bir türlü dağılmaz.
Böylece üç beş gün geçer aradan.
Bir rüya görür. Rüyasında bileği kesilir. Eli kopar. Fakat kan gelmez. Telâş içinde uyanır. Bildiği kadar okur. Ama sıkıntısı hafiflemek şöyle dursun katmerleşir. Bu hâlde sabahı dar eder.
Hane halkı erkenden kalkmış, sabah sofrasını hazırlamışlardır. Hep birlikte sofraya otururlar.
Şükrü Efendi’nin hâli hâl değildir. Gönlü bulanmış, aklı geceki rüyaya takılmıştır. Sofrada var mı yok mu belli belirsizdir. Rüyasını tabir ettirmek için kime gitsem diye düşünmektedir.
Anası Satı kadın, Osmanlı kadındır. Oğlunun hâlinden huzursuz olur: “Yavrum, hayrola, bu ne hâl?” diye sorar, bağrına basar evlâdını.
Şükrü Efendi: “Yok bir şey ana!” dese de, anası ısrarını sürdürür. Aradan üç beş gün geçer. Anası, yine ısrarcıdır oğlunun hâline karşı.
Şükrü Efendi, bir kuşluk vakti anasının dertlenmesine daha fazla dayanamaz ve bir rüya gördüğünü, rüyanın verdiği sıkıntının bir türlü geçmediğini, kime yordursam acaba diyerek de bunca zamanı geçirdiğini söyler.
Anası: “Yavruma bak! Rüya bu, herkes görür. Gelir geçer. Madem kafan çok takıldıysa git tabir ettir. Allah hayırlara tebdil eyleyip korktuğumuz yere uğratmasın. Tâbire ya Dedikhasanlı Şâkir Efendi Hazretlerine ya da Paşaköylü Hacı Yakup Efendi Hazretlerine git. Paşaköy bize yakın, hemen yol boyu. Hem de Şeyh Yakup Efendi Hazretleri, Medine’de alimlere ilm-i hikmet okutmuş. Huzur-u Saadet’te senelerce bulunmuş. Keşfi aşikâr. Baban, deden de hep söylerdi. Sen bir an evvel var git Efendiyi ziyaret et. Bir yordur bakalım, ne diyecek. Rabbim hayırlara karşı getirsin. Hadi yavrum, hiç durma!” diyerek oğlunun uhunetini biraz olsun gidermeye çalışır.
Bunun üzerine Şükrü Efendi, kime gitsek nasıl etsek suâlleriyle uğraşmayı bırakır. Paşaköy’e gidip, büyük alim Şeyh Hacı Yakup Efendi’yi ziyaret etmeye ve içindeki tarif edemediği sıkıntıyı gidermeye karar verir.
Paşaköy’e gitmek üzere atlanır ve yola çıkar!
Çok sürmez, Şükrü Efendi’yi tekrar sıkıntı basar. Yol boyu, neler kurar neler? Ezberinde ne varsa okumadık dua bırakmaz. Uhuneti bir türlü dağılmaz! Çallı’nın bağlarını geçtikten sonra, Osmanpaşa Tekkesi’nde Emirce Sultan-ı Velî türbesini ziyarete niyetlenir. Uğrayıp öyle geçeyim diye düşünür. Atını mahmuzlar. Tekkeye varır. Türbeyi ziyerete girer. Ziyaretin ardından kendini yola vurur.
Battal’ın bağlarının oralarda yol boyu gelen Paşaköylü bir ahbabı ile karşılaşır. Hoş beşten sonra, bir müşkülü olduğunu, Hacı Yakup Efendi’yi ziyeret için Paşaköy’e doğru niyetlendiğini söyler.
Ahbabı: “Hacı Yakup Efendi Hazretleri, Nuri Ağa ile beraber dün Battal’a gittiler. Kâmil Ağa davet emiş. Birkaç gün gelmezler. İyisi mi doğru Battal’a var. Müsaade isteyip, orada görüşürsün.” cevabıyla yol gösterir.
Cevaba memnun olan Şükrü Efendi, Kâmil Ağa’yı tanıdığını, hatırını saydığı hanedan bir zat olduğunu, dolayısıyla Battal’a gidip onun odasına inmesinin gayet münasip olacağını ikrar eder.
Ahbabının yanından ayrılan Şükrü Efendi, atını dehler. Kanak suyunun üzerindeki Karabıyık Köprüsü’nü geçer. Ağaçlıkların arasından geçtikten sonra, yolu hafif rampa bir hâl alır. Civar, Alıç ağaçları ile doludur. Yazının yüzü, gür otlaklarla kaplıdır. Kekik kokusu burcu burcu kokmaktadır.
Sürülerini otlatan çobanlara uzaktan el sallayıp selâm verir. Tepeyi aşar. Battal karşısındadır. Alabildiğine geniş ve düz çayırlıkları, bütün mehabetiyle üzerinde kale harabeleri bulunan Çatalkaya’sı dikkatini çeker: “Maşallah, iyi de arazisi var.” diye söylenir.
Tepeden aşağı atını salıverip köye girer. Caminin önünden geçerken caminin önünde toplanmış oturan Battallılara selâm verir. Yozgat’tan tanıdığı Kâmil Ağa’nın daha evvel birkaç defa daha misafiri oldukları odasını bilmektedir. Çeşmede durur, atından iner. Atını sular, abdest alır ve biraz ferahlar. Sonra, atının yularından tutar ve zaten yakın olduğu için yürüyerek kalan mesafeyi kat eder.
Odanın önüne gelir. Odanın önünde binek taşında oturan azaplarından biri, Şükrü Efendi’nin atını çeker. Odaya haber eder. Odadan buyur edilir.
Şükrü Efendi odaya girer. Odada Kâmil Ağa, Mehmed Nuri Ağa, şeref misafirleri Şeyh Hacı Yakup Efendi ve diğer misafirler oturmaktadırlar. Hacı Yakup Efendi, Kâmil Ağa ve ailesini çok sevmektedir. Ayrıca kurbiyetleri vardır. Kâmil Ağa’nın ilmiye mensubu ağabeyi, Büyük Osman Efendi, Hocaefendi’nin çok iyi dostudur. O sebeple, Kâmil Ağa’ya “arkadaşımın yadigârı” diye sahip çıkmaktadır.
Odaya giren Şükrü Efendi, selâm verir, kendini tanıtır, Hocaefendi’yi ziyaret için Paşaköy’e giderken, yolda haber alınca Battal’a döndüğünü söyler, mübarek zatın elini öper ve Kâmil Ağa’nın gösterdiği yere oturur. Hâli kendisini çabuk ele verir, belli ki bir müşkülü vardır.
Hocaefendi’nin sohbetini dinler.
Öğle vakti sofra kurulur, yemekler getirilir. Misafirler, Kâmil Ağa tarafından sofraya buyur edilir. Yemekten sonra, köyün imamı Müderris Paşaköylü Numan Efendi, müsaade isteyip kalkar.
Hacı Yakup Efendi, vakit girdiği için hep birlikte hazırlık yapmalarını söyleyerek cemaati seyreltir.
Odada Hacı Yakup Efendi, Kâmil Ağa ve Şükrü Efendi kalır.
Hacı Yakup Efendi abdest tazelemek için kalkar. Kâmil Ağa hizmet eder, suyunu döker. Hacı Yakup Efendi, kurulanırken: “Evlâdım, bir müşkülün mü vardı?” der.
Bunun üstüne Kâmil Ağa, eğer mahrem bir mesele varsa kendilerini baş başa bırakabileceğini söyler.
Şükrü Efendi: “Yok yok, olur mu öyle şey. Destur verilirse bir rüya anlatacağım. Duymanızda ne beis olabilir. Bağışlayın, zaten rahatsız ettim, fakat hayli zamandır rüyamın tesiriyle ciddî bir meşakkate dûçar oldum. Validemin tembihiyle Efendi Hazretlerine müracaat etmeye niyetlendik. Bu vesileyle geldim.” diyerek hâlini arz eder.
Hocaefendi’nin işaretiyle rüyasını anlatmaya başlar: “Efendim, rüyamda bileğim kesildi. Elim koptu. Fakat kan gelmedi. Telaş içinde uyandım. Bildiğim ne kadar dua varsa okudum. Ama sıkıntım hafiflemek şöyle dursun katmerleşti…”
Şükrü Efendi anlatmaya devam ederken, Hocaefendi’yi derin bir sükût kaplar. Kâmil Ağa da Hocaefendi’nin halinden ve misafirin rüyasından fevkalâde mütessir olur. Şükrü Efendi’nin sözü........





















Toi Staff
Penny S. Tee
Gideon Levy
Sabine Sterk
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein