menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Diziler de yalan söyleyebilir: 'Bir Zamanlar İstanbul' öyle yapıyor

22 29
08.03.2025

Gözünüze ilişti mi, ya da izlediniz mi? TRT’de bir süre önce, “Bir Zamanlar İstanbul” adlı bir dizi yayınlanmaya başladı. Hikâye 90’larda geçiyor.

Film, dizi, roman, öykü söz konusu olduğunda, hikâyesi ne olursa olsun, ortaya çıkan eser kurgudur. Gerçek toplumsal olayları konu alan eserleri de bu ön kabulle izleriz, ya da okuruz. Tarihi romanlarda, dönem filmlerinde ve dizilerinde de bu böyledir. Yazarın, senaristin, yönetmenin, tarihi bir gerçeği olduğu gibi anlatma mecburiyeti yoktur.

Hatta sanatçı bazen tarihi tepetaklak çevirir. Gani Müjde’nin “Osmanlı Cumhuriyeti” filmi mesela. Filmde Osmanlı Devleti yıkılmamıştı ve hikâye günümüzde geçiyordu. Cep telefonu kullanan, teknolojiyle haşır neşir bir Osmanlı sultanı görürüz.

Başka örnekler de çok var.

Bununla birlikte, eserlerin kurgu olması, inandırıcı olması mecburiyetini ortadan kaldırmaz. Hikâyenin inandırıcı, tutarlı olması gerekir. İzlemeye, okumaya başladığımızda bu hissi yakalayamıyorsak çoğunlukla bırakıveririz. Absürt tarihi bir komediye de, bilim kurgu romanı, ya da filmine de, o eserin sınırları içinde inanmak isteriz. “Yıldız Savaşları”nı düşünün mesela. Gerçek hayatla, içine girdiğimiz hikâyenin örtüşme mecburiyeti yoktur. Gerçekle inandırıcılığı birbirinden ayırırız. Bence masallarda, destanlarda bile inandırıcılık ararız.
Diğer yandan, bir eserin iddiası varsa onu da dikkate almamız gerekir. Elbette kendisini nasıl sunduğu önemlidir. “Bir Zamanlar İstanbul” dizisinin iddiası şu: “1990'lı yıllar için sunduğu farklı ve gerçekçi perspektifle de öne çıkıyor… Dönemin politik atmosferini ve çetelerin hâkim olduğu karanlık dünyayı gençlerin gözünden anlatıyor.”

Bu cümleler Anadolu Ajansı’nda yayınlanan basın metninde geçiyor. Oradan pek çok haber bütenine yansımış. Diziyi yapanlar böyle deyince, gerçekçi olup olmadığı, inandırıcılık iddiası onu sorgulanmaya aday haline getiriyor.

“Farklı bir bakış açısı sunmak,” iddiasına katılamayacağım. Zira hikâye, iktidarın uzun zamandır hâkim kılmaya çalıştığı geçmiş algısının bir tezahürü. Bu bile gerçekçi ve sanatsal olarak ‘iyi’ olmasına engel olmayabilir. Mesela 90’ların sonunda yayınlanan “Deli Yürek”, 2000’lerde fenomen olmuş “Kurtlar Vadisi” egemenlerin telinden çalan yapımlardı. Onların başarısını “Bir Zamanlar İstanbul”un yakalaması olası görünmüyor.

Çünkü izlediklerimiz, yukarıda bahsettiğim sınırlar çerçevesinde inandırıcılıktan oldukça uzak. Senaryonun eğretiliğini, çoğunu beğendiğim oyuncular da düzeltemiyor.
Hikâye, İstanbul’un kadim semtlerinden birinde başlıyor. Önce başkahraman Ali’nin çocukluğuna gidiyoruz. 80’lerin başına, ya da 70’lerin sonuna. Ali, babasıyla yürüyor. Herkes, beyefendi biri olduğunu anladığımız adama selam veriyor. Dükkânlarının olduğu hana geliyorlar. Handa biri, bağlamasıyla Köroğlu türküsü söylüyor. Ali, babasına Köroğlu’nu soruyor; “Eline beline diline hâkim olan, zalime karşı mazlumun yanında duran, sadece Allahtan korkan biridir,” cevabını alıyor.

Sonra sahafa giriyorlar, sahaf tanıdık, hal hatır soruyor, “Ali nasılsın,” diyor. Allah razı olsun,” diyor Ali. Büyümüş de küçülmüş. “Tamam, anlıyoruz, mütedeyyin, muhafazakâr, erdemli insanlar bunlar! “Köroğlu destanı, var mı?” diyor baba. “Olmaz mı hiç,” diyor sahaf, kitabı uzatıyor. Yanlış anlaşılmasın, Yaşar Kemal’in “Üç Anadolu Efsanesi,” değil kitap, yazarı yok. “Kitabı okursam yiğit olur muyum?” diyor Ali. Baba, “Bu dünyada ne zalimler ne yiğitler biter. Sen karar vereceksin, yiğit mi zalim mi olacaksın,” diye cevap veriyor. “Okuyacaksın,” diyor, söz alıyor çocuktan.

Bu diyalogların peşi sıra Alinin........

© Kısa Dalga