Sonraki sessizlik...
Gündemin tüm şaşaasında hiçbir soruna, hiçbir duyguya kulak kesilemediğiniz anlar vardır. Bir vefat sonrası gelen hal, işte böyle bir şeydir: içinize çöken gölge, kelimelerle anlatılamayan bir boşluk. Sadece iç dünyanıza kapanır, yaşadığınız hüznün gölgesinde kalır, hayatı sorgular ama ne yapmanız gerektiğini bilemezsiniz. Bir boşluk açılır içinizde, hayatın bütün getirilerini, telaşlarını, umutlarını ıskartaya çıkaran bir boşluk. O duyguyu tarif etmek zordur. Sanki zaman durmuş gibidir: gün ışığı aynı, kalabalık aynı, sokakların gürültüsü aynı, ama iç dünyanızdaki çaresizlik her şeyi altüst eder. Dünyanın gösterişli akışı sürerken siz, bir boşluğun içinde kendi yankınızı dinlersiniz. Ne bir sözün tesellisi vardır ne de gündelik telaşların oyalayıcı gücü. Ölümün ardından düşülen bu boşluk, insanı hem hayata hem kendine yabancılaştırır. Ve o anda içinize çöken o ağır sorular belirir: “Neyi anlamlı yaşadım? Geriye ne bırakabildim? Şimdi hangi hakikate tutunabilirim?”
Ölümle en sahici yüzleşme elbette kendi kaybımızda yaşanır. Bunun dışında ise bizi onunla yüzleştiren en derin alan, sinemadır. Çünkü sinema, ölümün sessizliğini sözlerden çok imgelerle anlatır; bir bakış, bir gölge, bir uzun plan kalbimize kendi kaybımızın acısını taşır. Kierkegaard’ın dediği gibi, ölüm insanı “hakikatin bireysel çağrısıyla” baş başa bırakır. Sinema da bu çağrıyı görselleştirir, onunla yüzleşmemize aracılık eder.
Hayat, çoğu zaman bir Bergman filminin ağır perdesi gibi üzerinize kapanır. Yedinci Mühür’de şövalyenin........
© Karar
