Merdümgiriz Ahmet
Üç kız kardeşten sonra dünyaya gelmişti.
Babası annesini kaçırarak evlenmişti. Mutlu bir evlilikleri olmuştu.
Geniş bir aileydi. On yedi yıldır felçli yatan bilge bir dedesi vardı. Köyünde hem Osmanlıca hem de yeni harflerle okuyup yazan nadir insanlardan biriydi. Çelebiydi. Sevecendi. Konuşkandı. Sözü dinlenir, sohbetinden istifade edilirdi. Söz israfı yaptığı ise hiç görülmemişti.
Anadolu’nun uzun süren kış gecelerinde eski yazı ile yazılmış cenk kitaplarından okur tüm ahali büyük bir dikkatle kendisini dinlerdi.
Fiziken yapılıydı. Uzun boyluydu. Geniş omuzları vardı. Uzun adımlarla yürürdü.
Bir hacı pilavından sonra zehirlendiğinden felç gelmişti. Sağ kolu ve ayağı işlevsiz kalmıştı. Nur yüzlü ve cennet bakışlı nine büyük bir ihtimamla kendisine çiçek gibi bakmıştı.
İşte merdümgiriz Ahmet böyle bir ailede dünyaya gözlerini açmıştı.
…
ÇOK sevilmişti Ahmet.
El üstünde tutuluyordu. Ailenin gözbebeğiydi. Çocukluğunun tadını sonuna kadar çıkarıyordu. Henüz altıncı yaşından birkaç gün almıştı ki, hayatının en büyük acısıyla başına büyük bir imtihan açılmıştı.
Gün gibi ışıtıcı, ay gibi parlak ve çekici bir yüze sahip olan annesi dünyadan elini eteğini toplamış hayatın öte yakasına uçmuştu. Kolu kanadı kırılmıştı dolayısıyla.
…
İÇİNE kapanmaya başladı. Yüzünde hüznün ve kederin acısı o günden sonra hiç silinmedi.
Hayata tutunmadı mı, tutundu. Ailesi sahip çıkmadı mı, inadına sarıp sarmaladı,........
© İstiklal
