Mukaddes Üçleme
Bazı sesler vardır ki, çağları aşar, gönüllere mühür vurur, mazluma nefes olur, zamanın ötesinde yankılanır. Mısır’ın efsane sesi Ümmü Gülsüm’ün sesi de işte böyle bir sesti. O, sadece bir sanatçı değil, bir milletin ruhunu notalara işleyen, bir ümmetin davasını kelimelere sığdıran bir sesti. Ve Kudüs… O, bu sesin en hüzünlü bestesi, en mukaddes duasıydı…
Kudüs işgal edilmeden önce Ümmü Gülsüm, Kudüs için şarkılar söyledi. O, bu kadim şehre “coğrafyamın kalbi ve vicdanı” diyordu. 1948 Felaketi’nden, yani Nekbe’den önce Filistin topraklarına ayak bastığında, onun sesi sadece konser salonlarını değil, bir milletin yüreğini de doldurdu. Yafa’daki Apollo Salonu’nda sahneye çıktığında, onu karşılayan kalabalık, yalnızca bir sanatçıyı değil, bir umudu selamlıyordu.
Kudüs, Hayfa, Yafa… 1929’da, 1931’de, 1935’te bu kutsal topraklarda yankılanan sesi, yıllar sonra bir unvana dönüştü: “Şark’ın Yıldızı.” Mekke-i Şark Kahvesi’nde bir kadın seyircinin haykırışıyla bu isim ona verildi: “Ümmü Gülsüm, sen Şark’ın Yıldızı’sın!”
Fakat yıldızlar bazen en karanlık zamanlarda bile ışıklarını kaybedemezdi. Tarih, zalimlerin kılıcıyla yazılırken, o yine de Kudüs için şarkılar söylemeye devam etti. Gelirini, bir milletin onuruna harcadı; gözyaşlarını, bir ümmetin duasına kattı.
Ne var ki, 1948 yılı bir kopuşun, bir sürgünün, bir milletin paramparça oluşunun tarihi oldu. Nekbe’nin ardından Ümmü Gülsüm sustu mu? Hayır. O, sadece şarkılarını değiştirdi. Şarkılar artık yalnızca aşkı ve hasreti değil, özgürlüğü ve direnişi anlatıyordu.
Hayfa’da, Yafa’da, Kudüs’te verdiği konserlerin gelirlerini Yahudi göçünü ve İngiliz mandasını durdurmak için bağışladı. Ve sonra, 5 Haziran 1967 geldi. Altı Gün Savaşı. Kudüs düştü. Bir milletin yüreğine hançer gibi saplanan o gün, Ümmü Gülsüm’ün sesi daha önce hiç........
© İstiklal
