Madleen’de Aktivistlerin Kaçırılması ve Uluslararası Toplumun İmtihanı
Bazı şehirlerin adı, yalnızca bir yerleşim yerini değil; bir direnişi, bir haykırışı, bazen de bir trajediyi temsil eder. Bugün Madleen bu sembollerden biri haline geldi. Çünkü Madleen artık yalnızca bir kent değil; suskunlukla bastırılmış çığlıkların yankılandığı, hakikatin hedef alındığı, vicdanların test edildiği bir hafıza mekânıdır.
Son haftalarda Madleen’de yaşananlar, sadece o bölgedeki bir dizi hak ihlali olarak değerlendirilemez. Aktivistlerin kaçırılması, organize ve sistematik bir baskı mekanizmasının parçası olarak okunmalıdır. Zira bu olay bir tesadüf ya da münferit bir gelişme değil; uzun süredir derinleşen otoriter eğilimlerin son aşamasıdır. Kaçırılanlar arasında çevre hakları savunucularından kadın hareketi temsilcilerine, gazetecilerden üniversite öğrencilerine kadar uzanan geniş bir profil söz konusu. Bu çeşitlilik dahi bize tek bir şeyi gösteriyor: Devlet, artık eleştiriyi bir tehdit olarak kodluyor.
Peki, ne oldu da barışçıl gösterilerle adalet talep eden bireyler birer “iç düşman” gibi muamele görmeye başladı?
Bunun cevabı, Madleen’i sadece bugünün penceresinden değil, daha geniş bir siyasal bağlamdan okuyabildiğimizde ortaya çıkıyor. Post-truth çağında bilgiye erişim arttıkça, otoriter yönetimler gerçeğin dolaşımını kontrol altına almaya daha fazla yöneliyor. Alternatif sesler, yani sivil toplum, akademi, bağımsız medya ve bireysel direniş, bu kontrolü tehdit eden unsurlar olarak görülüyor. Aktivistler bu yüzden hedefte. Onların susturulması, toplumun susturulması anlamına geliyor.
Oysa tarih bize gösterdi ki, bir ülkede hakikat bastırıldığında, baskı yalnızca belli bir kesimi değil, tüm toplumu zehirler. Arjantin’de kayıplar, Şili’de diktatörlük yıllarındaki zorla kaybettirmeler, Suriye’de cezaevlerinde “kayıp” olan binlerce insan… Tüm bu örneklerde ortak olan şey, önce sessizlik, sonra unutulma, nihayetinde ise normalleştirmedir. Bugün Madleen’de olan da tam olarak budur: Bir normalleştirme süreci.
Ancak bu normalleşme, uluslararası toplumun suskunluğuyla daha da perçinleniyor. Birleşmiş Milletler’den gelen açıklamalar, “derin endişe” ile sınırlı kalıyor. Avrupa Birliği, insan haklarına vurgu yapan bildiriler yayınlarken, aynı zamanda o rejimle ekonomik işbirliğini sürdürüyor. Bu tutarsızlık, hak ihlallerini yapan aktörler için bir tür cesaret kaynağına dönüşüyor. Kınama var, yaptırım yok. Eleştiri var, hesap soran yok.
O zaman soralım:
Birleşmiş........
© İstiklal
