menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Göç Yollarında Bir Kimyager

9 0
18.04.2025

Kendinizi tanıtır mısınız? Sizin daha önce Hıfzıssıhha ’da çalıştığınızı biliyorum. Hıfzıssıhha ile ilgili kısa bilgi verir misiniz?

Ben Mehmet Tuncer Özdemir. Ankara’nın Gölbaşı ilçesinde doğdum. İlk ve ortaokulu Gölbaşı’nda okuduktan sonra Ankara’da Kimya Meslek Lisesine giderek lise eğitimimi tamamladım. Daha sonra 1985 yılında Erzurum’da Atatürk Üniversitesi, Fen ve Edebiyat Fakültesi’nde Kimya lisans eğitimini tamamladım. Ardından askerlik görevimi yapmak üzere Ağrı Doğubayazıt’a gittim. Asteğmen olarak askerlik görevimi yaptım. 1988 yılında Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkez Başkanlığında Kimyager olarak göreve başladım. Başkanlığın Çevre Sağlığı Araştırma Müdürlüğünde muhtelif laboratuvarlarda analist, laboratuvar şefi ve müdür olarak uzun yıllar görevi yaptım. Ankara Üniversitesinde yüksek lisans eğitimimi tamamladım. 2 kız 1 erkek olmak üzere 3 tane evladım var.

Refik Saydam Hıfzıssıhha Müessesesi (Başkanlığı) Cumhuriyetle yaşıt olan kurumlardandır. Döneminin en modern ekipmanlarına sahip aynı zamanda özverili bilim insanlarını barındırmış olan kuruluşlardandır. Döneminde insan sağlığının korunmasına yönelik üretim ve korunmaya yönelik ileri düzeyde fedakârca çalışmalar yapmışlardır. O kurumun bir mensubu olmaktan her zaman mutluluk duymuşumdur. Şunu da ilave edeyim, orda çalışan bilim insanları orayı herhangi bir iş yeri olarak değil ülkeye ve insanlığa hizmet etme aşkıyla çalışılan bir bilim yuvası olarak görmüşler ve fedakârca çalışmışlardır. Buradan hepsini saygıyla anıyorum.

Kurumun ilaç ve kozmetik, çevre sağlığı, zehir araştırmaları, aşı ve serum, kan transfüzyonu, serum üretim gibi teknik ve idari birimleri vardı. Boğmaca, çiçek, BCG, kuduz ve tifüs aşıları üretimiyle akrep serumu üretimi ve araştırmaları yapılıyordu. Bunun yanında çevresel kirlilik araştırmaları, zehirlenme tanıları yapılıyordu. Kısaca ülkemize ve insanımıza sağlık alanında birinci basamak olarak büyük hizmetler verildi.

Daha önce de belirttiğim gibi ben kurumun Çevre Sağlığı ve Araştırma Müdürlüğü’nde analist olarak laboratuvar şefi ve çevre sağlığı ve araştırma müdürü olarak 23 yıl hizmet verdim.

12 Eylül öncesi ve sonrası dönemde ülke ekonomik yapısının zayıf olması Hıfzıssıhha’yı da etkiledi ve zamana yenildi. Hizmet verdiği alanlarda teknolojinin gerisinde kaldı, bilimsel araştırmalara bütçe ayrılmaması alt yapı yetersizliği sorununu hazırlamaya başlamıştı. Daha sonraki dönemlerde Çevre Bakanlığının kurulması ve kendi laboratuvarlarını hizmete almasıyla çevresel analizleri yani kendisine ait olan konuları, yetkiyi geri alması yine Tarım Bakanlığı laboratuvarlarının kurulup gıda analizlerini kendilerinin alması, kan ile ilgili konuların Kızılay’a devredilmesi gibi hususlar kurumu bir noktada işlevsizleştirdi. Doğal olarak 2010’lu yıllarda yeniden yapılanmaya gitmek zorunda kalındı. Tabii burada markalaşan isim olan “Hıfzıssıhha” kelimesinin korunması lazımdı. Yıllar içerisinde pek çok uluslararası toplantı ve yayınlarda “Hıfzıssıhha” adı ile tanınmıştık. Bu isimle devam etmeliydik. Maalesef ismi koruyamadık. Benim çalıştığım bakanlar içerisinde bana göre efsane bakan Prof. Dr. Recep Akdağ’dır. Ama Hıfzıssıhha isminin korunması konusunda yanlış yapmıştır. Bunu da oranın her aşamasında çalışan birisi olarak tarihe not düşmek adına belirtmek isterim.

Anadolu bölgesi işgal yıllarında sık sık göç verdi. Bölge halkı muhacir oldu. Sizin dedeleriniz de muhacir olduklarında onlardan dinlediğiniz muhacirlik anılarınız var mı?

Anne tarafımda dedelerim Rus işgali üzerine Trabzon, Samsun, Çorum üzerinden Ankara’nın Bağlum semtine göç etmişler. Baba tarafım ise Erzurum, Bayburt, Amasya ve Çorum üzerinden Çankırı’nın Dümeli şimdiki adı Eldivan olan ilçesine gelmişler ve savaş bitene kadar orda yaşamışlar. Tabi bizim Ardanuç halkı malumunuz üzere çalışkandırlar. Yakacak olarak odun ve o bölgede yetişen sebze meyveleri alıp Ankara’nın o zamanki alışveriş merkezi olan Saman Pazarı ve Kale civarı gibi yerlere götürüp satıp kazançlarıyla da ev ihtiyaçlarını alıp ele güne muhtaç olmadan geçinmişler. Sanırım 70’li yıllardı, rahmetli babam rahmetli dedemi yıllar sonra Gölbaşı’na geldiğinde Eldivan’a götürmüştü. Ve orda komşuluk yaptıkları bir nene dedemi tanımış ve aile bireylerini tek tek sormuş ve ağlamış. Eldivan halkı da muhacirlere çok yardımcı olmuşlar. Dedem onları hayırla anardı. Tabi acıklı yıllar. Suriye’den insanlar ülkemize diktatörün zulmünden kaçıp geldiklerinde hep Rus işgalinde muhacir olan bizimkileri düşünmüşümdür. Aslında bizimkilerin muhacir olduğunda Suriye de vatan toprağıydı. Yabancı değiller. Şimdi gönül coğrafyamız diyoruz ya gerçekte Suriye vatan toprağı. Suriyeli dediğimiz bazen kızdığımız bazen iteleyip kaktığımız insanlar ki şu anda dedelerimizden bahsediyoruz o zaman onların dedelerinin cebinde Türk Osmanlı pasaportu vardı, bizimkilerin de cebinde Türk Osmanlı pasaportu vardı. Yani 100 sene öncesinden bahsediyoruz. Devletler tarihinde 100 sene uzun bir zaman dilimi değil daha dün gibidir. Aslında Hatay neyse Halep, Hama, Humus, Şam odur, Biz Türk halkı Şam’a “Şam-ı Şerif” deriz. Urfa, Diyarbakır gibi Ashab-ı Kerim’in meftun olduğu şehirdir Şam. Şam’ın acısı acımız sevinci sevincimizdir. Anadolu’nun savunması Gazze den Filistin’den başlar. Bu mazlum coğrafyayı bu mazlum halkı daha dünkü topraklarımızı zalimlere, diktatörlere, emperyalistlere terk edemeyiz.

Neyse başa dönersek anne tarafım ise Ankara’nın Bağlum semtine gelmişler demiştim. Onlarda çalışkanlıklarıyla hayat mücadelesine katılmışlar. Geri dönüş zamanı o dönemin yetkilileri Ankara’nın nüfusunu artırmak istediklerinden bu nüfuslu ailenin Ankara’ya yerleşmesini istemişler. Şimdiki Gazi Mahallesi’nden yer vermek istemişler fakat bizimkilerin sıla özlemi ağır bastığından geri dönmek arzularını söylemişler ve yetkililerde Samsun’a, Samsun’dan da gemiyle Hopa’ya biletleri alıp göndermişler. O dönem “yandan çarklı” diye adlandırılan Çoruh Nehri’nden Artvin Köprübaşı’na gidip gelen gemi benzeri kayıklar varmış. O vasıtalarla Hopa’dan Artvin’e girmişler sonrada yakılmış yıkılmış köyleri olan Hertüs–Konaklı köyüne dönmüşler. Ama Allah’ın takdiri ailenin 2. kuşağının çoğunluğu zamanla Ankara’nın Gölbaşı, o zaman bucak olan şimdiki, ilçesine tekrar göç etmişler.

Baba tarafımda yine aynı şekilde Rus-Ermeni eşkıyalarınca yakılmış yıkılmış virane olmuş Hemagöret-Hamurlu köyüne dönmüşler. Babadan dedem olan Alaaddin Özdemir 30’lu yıllarda köyün muhtarlığını yapmıştır. Camilerin kapatıldığı dini baskıların yoğunlaştığı ezanın aslının yasaklandığı dönemde köye cami yaptırmıştır. Şu an ki köy camisi dedem Alaaddin Özdemir tarafından yaptırılan camidir. Kardeşi Adem Hoca diye tanınan Adem Özdemir’de uzun yıllar fahri olarak ve resmi görevli olarak camide hizmet yapmıştır.

Yine muhacirlik anısı olarak Ardanuç Havt-Boyalı köyünden Öztürk ailesinden Ali Öztürk dededen dinlemiştim. Muhacirlik dönüşü Samsun’dan gemiyle Batum’a gitmişler. Fakat orası Ruslara kaldığından ve bunlarda da pasaport olmadığından gemiden inmelerine izin verilmemiş. Bu Ali Dede o zaman küçük çocuk olduğundan ihtiyaç malzemelerini pazardan almak için izin verilirmiş o da gidip alıp getirirmiş. Uzun süre böyle gemide kaldıktan sonra nöbet tutan Rus ordusunda görevli Kazakistan Türklerinden bir asker Ali Öztürk’ün babasına sizi gizlice serbest bıraksam sınırdan kaçabilir misiniz diye sorunca o da evet kaçarız demiş ve o askerin gizlice bırakıp yol göstermesiyle Batum’dan........

© İnsaniyet