menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Güneyce ’de Geçen Çocukluğumun Ramazanları

5 0
04.03.2025

GİRİŞ

Rize-Erzurum yolu üzerinde Rize’ye yaklaşık 30 km uzaklıktaki Güneyce ilçesinde doğdum. Doğduğumda Güneyce ilçe, babam Kutuz Hoca lakaplı Hafız Mehmet Kara da ilçenin Büyük Camii’nin imamı idi. 1952 yılında ise ilçe siyasi sebeplerle 10 km daha ileride olan İkizdere’ye taşınmış, doğduğum yer nahiye olmuştu. Yaşlı Nahiye Müdürü Nuri Osmanağaoğlu’nu bayram törenlerinden hatırlıyorum.

Daha önce Varda, Hacışeyh Köyü gibi isimler alan beldemizin adı için Güneyli’nden sonra Güneyce’de karar kılmış, seksenli yıllarda belde, 30 Mart 2014 mahalli seçimleriyle birlikte –aslına dönmüş– tekrar köy olmuştur.

Osmanlı döneminde medreseye sahip bir köy olmasının yanında Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî Hazretleri’nin meşhur halifelerinden hemşehrimiz Osman Niyazi Efendi’nin tekke ve türbesinin burada olması sebebiyle özellikle Doğu Karadeniz Bölgesi’nde bilinen bir yer olduğu, bu şöhretini nisbî olarak bugün de koruduğu söylenebilir. Kültür mirası literatürüne Güneyce Hacı Şeyh Camii olarak geçen bu mekân ahşap mimarinin bölgemizdeki şaheser örneklerinden biridir. Babam hafızlığını 1920’li yıllarda bu binada ikmal etmiştir. Bu yadigâr cami ve Kur’an kursu olarak hizmet vermeye devam etmektedir.

Kardeşim İsmail Kara, babamın Hatıraları’nı yayınladığı gibi bu mekanla ilgili küçük bir monografi de neşretmiştir: Gümüşhanevî Halifeleri’nden Şeyh Osman Niyazi Efendi ve Güneyce-Rize’deki Tekkesi (İstanbul, 2004). Kardeşimin renkli resimlerle bastırdığı Güneyce Sözlüğü (İstanbul, 2016) de burada kaydedilmelidir…

Anlatmak istediğim konular bunlar değil. Size hatıralarımdan ramazanla ilgili başka bir kesit sunmak istiyorum:

1960’ta Güneyce Merkez İlkokulu’ndan mezun oldum. Diplomada imzası olan öğretmenim Seyfullah Günaydın. O, Kars Kılavuz Öğretmen Okulu’na gitmemi istiyordu ama Kutuz Hoca’nın planı farklı idi. İlk işimiz Kur’an okumak. Harfleri daha önce tanımıştım. Başka bir ifade ile yüzünden okumayı öğrenmiştim. O yıllarda “elif cüzü” bulmak zor. Bulunsa bile sayemizde (!) birkaç günde çöpe atılacak hâle gelmesi söz konusu. Kutuz Hoca çaresini buldu. Küçük bir tahta parçasına sabit kalemle harfleri yazdı, elime tutuşturdu. Bu yadigârı saklıyorum… Okumaya başladık. Bir müddet sonra benimle tek başına uğraşmak yerine yanıma birkaç arkadaş bulmanın daha iyi olacağını düşündü ve düşündüğünü gerçekleştirdi. Böylece Kur’an kursunun temeline de ilk harç konmuş oldu.

DERSHANE

Okuduğumuz yer, caminin hemen yanında Dershane diye bilinen iki katlı ahşap bir bina idi. Alt oda cemaatin oturup sohbet etmesine, üst oda ise babamın dinlenmesine ve sıhhiye hizmetlerine tahsis edilmişti. Kaza/ilçe merkezi burada iken binanın Halkevi olarak kullanıldığını, daha sonra babamdan öğrenecek, kapının yan tarafında Osmanlıca yazılı olan ve yaşama felsefesini özetleyen o meşhur beyit ile tanışacaktım:

Hüzniyle olma mahzûn şâdına itme gurûr

Bu dünya zıll-i hayaldir ne gam bâkî ne sürûr

Bu beyti yaklaşık yarım asır sonra hattat dostum Mahmut Şahin’e yazdırmıştım.

Babamın resmî görevi bir tane idi. Fakat gayr-i resmî görevleri çoktu. Bunları gönüllü olarak aşkla şevkle daha da önemlisi maddi bir karşılık beklemeden yapıyordu… Çocukları okutmak hatta çocukları ve yaşlıları okutmak demek gerekir. Çünkü 60’ından sonra Kur’an okumayı öğrettiği cemaati ve komşuları da vardı…

Beldenin sıhhiyesi o idi. Beş mahallenin hastalarına iğne yapan, yaralarını pansuman eden hatta çocukları sünnet eden Kutuz Hoca, arıcılık konusunda da cemaatin rehberi idi. Cenaze işlerinin başından sonuna kadar onun koordinasyonu ile yürüdüğünü herhâlde tahmin etmişsinizdir.

Onun bir hizmeti daha vardı. İşteyicilere hizmet etmek. İşteyici bizim bölgede dilenciler için kullanılan bir kelimedir. İsteyicinin değişmiş hâli… Dilencilerin bile cömert olmasını anlatan şu atasözünü, 2015 yılının Mi’rac Kandili’nde Rahmet-i Rahman’a uğurladığımız anamdan defalarca duymuşumdur: “İşteyici ister canı için de verir.”

MUKABELE OKUMAK

1960-63 yılları arasında hocası babam olan Kur’an kursunda hafızlık yaptım. Dolayısıyla insan trafiğini yakından gördüm. Bu yılların en renkli ayları bana göre Ramazan ayları idi. Yemeklere hürmeten ben bir ay babamla yatar kalkar beş dakikalık mesafede olan eve gitmezdim. Oruç tutmadan iftar yemeklerinden cümbüşlemek, lüks lambasının ışığıyla teravih namazını kılmak, bir sayfa da olsa mukabele okumak, mukabeleden üç-beş kuruş kazanmak çocukluk günlerimizin en renkli anılarından addedilebilir. Hele Hacı Hüseyin Durmuş’un mukabelesini yanlışsız okuyana namaz çıkışında vereceği 25 kuruşun heyecanı nasıl unutulur?

Hafızlık arkadaşlarımdan ismini hatırladıklarım Ferit Alemdar, Osman Terzi, Hamdi Dağistan, Hızır Günaydın, Kemal Terzi, İbrahim Tuncer…Hepsini rahmetle anıyorum. Kerim Terzi, Şuayip Solak, Rauf Avcı’ya sağlık ve afiyetler diliyorum.

Babamın iftar yaklaşırken bir taraftan sofrayı hazırlaması diğer taraftan gençlerin “yemekle ilgili” takılmalarına cevap yetiştirmesini unutmak mümkün mü? Tam bir iftar öncesi dostluk sohbeti… Soba için odun kesmek, lüksün gazını, ispirtosunu hazırlamak Dursun Saatçi Amca’nın, minareden boru vurmak ise Çakır Mustafa Ağabey’in işiydi.

EFENDİ’NİN YEMEĞİ VE ANNELERİMİZ

O yıllarda köyden kente göç afeti henüz yaşanmadığı için kış mevsiminde nüfus yoğunluğu en üst noktada olurdu. Yazın gurbette/Ankara’da inşaatlarda çalışanlar evinde idi. Her akşam bir evden camiye iftar yemeği gelir. Ev hanımlarının titizlikle hazırladığı bu yemeğin adı “Efendi’nin Yemeği” idi. Annemden hatırlıyorum, “Ramazan Kumanyası” almak........

© İnsaniyet