menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Deli Haydar

11 11
17.08.2025

Genel Müdürlük binasının onuncu katından, elini arkasına bağlamış Ankara’yı seyrediyordu. Bugün yine geç saate kadar çalışmıştı. Dışarıdaki parıltılı hayata, şehrin ışıklarına dalıp gitti. Ana caddeden süzülen araçların yekpare olmuş lambaları onu da buralardan alıp götürüyordu. Büyük şehrin silüeti donup kalmıştı dünya penceresinde. Zihni ise çıkmaz sokaklarda, ömrüne nasır olan hatıraların alın yazısındaydı. Yıllar, yıllar öncesiydi…

Daha henüz on beş yaşlarında, kıraç topraklardan rengini almış teni, kemiklerine giydirilmiş bir deriyi andıracak kadar çelimsiz bedeni; göz çukurlarında ölü balıkların eğleştiği bakışları ile o vakitte de dalıp dalıp dalıp giderdi sabit nazarlarla ruhunu susturan dağlara. Kimsesizliğin her hücresine yapışıp kaldığı haliyle yetimliğin yaftasını sanki boynunda taşır gibi yürürdü. Yoksulluktan devasına sarılamadıkları, adı batasıca bir hastalıktan anasını bu topraklara vermişlerdi. Çok geçmeden de yaslandığı dağını, babasını kaybetti. Amcası, amcaoğulları, evde kalmış halası, hepsi bu ahşap yıkılmaya yüz tutmuş köy evinde birlikte yaşıyorlardı. Yetimlik ve öksüzlük binmişti küçük yaşta sırtına. Her gün köyün üstündeki mezarlığa gider, ana babasıyla konuşur; “beni niye bir başıma bıraktınız?” der, ağlardı. Çocuk yüreğine sığmayan ne varsa mezarlıktaki ana basına anlatır. Konuştukça rahatlar, arada bir etrafına göz gezdirir, çobanlardan biri görürde “delirmiş mi bu oğlan?” derler diye çekinirdi. Sinirleri alınmış bir yenilgiydi onun bu sitemkâr sözleri. Bazen kendi sözlerine de sağır kesilir, susar; saatlerce bir ses gelir mi yitirdiklerinden diye öylece beklerdi.

Amcası bir akşam yanına çağırdı Haydar’ı

– Gel bakalım Haydar, yeğenim seninle erkek erkeğe konuşalım.

Bir yetimhanenin demir ranzasının soğuğuna sırtını vererek dizlerini karnına çeken bir yetim gibi boşluğa dalmış bir halde hiç ses çıkarmadan kulak verdi amcasına.

-Yeğenim görüyorsun köyde nüfus kalabalık, doğru dürüst mal masatta yok; tarlalar kıraç, topu topu beş dönüm yer. Yokluk buranın kaderi oğlum. Sen bana rahmetlik Hamdi gardaşımın emanetisin. Seni aç gomam, bakarım…

Nefesi düğümlenmiş gibi durdu, kaçak tütünden uçları sapsarı olmuş bıyıklarını sıvazladı birkaç kez, bir derin öksürdü ciğerden; eli gitti yine emektar tabakasına, el sarması filtresiz tütün büsbütün zorluyordu artık nefesini, “kurtulamadım şu zıkkımdan da” dedi, yutkundu zorla. Belli ki yüreğine de dokunuyordu söyleyecekleri; sonra devam etti.

-Demem o ki bubam beni zamanında Alamanya’ya göndermedi. Otur lan oturduğun yerde, köyü kim çekip çevirecek. Tarlayı, tabağı kim görecek benim bir ayağım çukurda zaten derdi.

-Gardaşım gitsin o zaman, ona müsaade et dedim. Biraz homurdandı, o daha küçük aklı ermez oralarda, dese de sonradan sesini çıkartmadı.

-Hamdi’ye, bubana söz geçiremedim. Git, gurtar lan gardaşım kendini şu köyden; şu sefaletten diye, lafımı dinlemedi. Abey ben yapamam gurbet ellerde, kuru ekmeğe razıyım, sırt sırta verir çalışırız derdi, rahmet olsuuun. İyi adamdı buban.

-Sırt sırta verdik çalıştık emmee, ne uzadık ne kısaldık. Bak bu köyden o zaman Alamanya’ya gidenler ağa oldu ağa.

-Gelelim sana, yeğenim burada açlık, yokluk kaderimiz bizim. Buban lafıma gitmedi, sen git oğlum. Kendini kurtaramazsan ilerde çoluğunu çocuğunu kurtarırsın. Dağ köyü oğlum burası.

Haydar, amcasının dizinin dibine çökmüş ne diyeceğini ne edeceğini bilememişti.

-Bizim Sarıların İbram’ı biliyon demi?

-Biliyom emmi.

– Heh, onunla konuştum işte. Oğlan Angara’ya gitmişti iki gün önce izne gelmiş anası hasta diye. Al bu Haydar’ı götür. Ona bir iş bul, kurtulsun buradan dedim. Ik mık etti biraz emmee…

-Lan İbram, anan buban yaşlı, bir şey olsa biz burdayız yeğenim. Biz de onlara sahip çıkarız sen Angara’dan gelene kadar biz varız; gönlün rahat olsun, deyince razı oldu.

-Bak bu oğlan öksüz, bana emanet gardaşımdan, üzdüğünü duymayım haa! Eline bir ekmek ver, ayaklarının üzerinde durmayı öğrensin sana da oralarda gardaş olur, göz kulak ol diye de tembih ettim.

-Sen hiç merak etme, ben ona iş de bulurum; göz kulak da olurum deyince, içim rahatladı yeğenim.

Ne yapsaydı Haydar, o yaşta ne bilirdi ne diyebilirdi? İlkokulu zor bitirmiş, köyden başka bir yer görmemiş; köy işinden başka bir iş yapmamıştı. Elini öptü amcasının, “hakkını helal et” diyebildi sadece.

Kapıdan çıkarken amcasının şu sözlerini hiç unutmadı ömrü boyunca:

-Kör olası yoksulluk bi gondun üstümüze gitmedin…

Ankara’ya gelince İbram, ona çalıştığı lokantada iş buldu.

O gün eline verdikleri temizlik bezi, alın yazısı oldu. Bulaşık yıkadı, patates soydu, garson oldu; zamanla kendini sevdirdi herkese. Üç sene sonra İbram başka yere işe girdi. Ama Haydar askerliği gelene kadar orada çalıştı. Patronu müşfik biriydi. Hiç çocuğu olmadığından mı nedir Haydar’ı oğlu gibi severdi. Ona çok güvenirdi. Ama bir o kadar da eli sıkı, pinti adamın tekiydi. Haydar’a yevmiyesini verirken bile eli titrerdi. Çevresi de çoktu. Her yerde itibarı vardı. Dikmen’deki lokantasına bazen vekiller, bazen büyük adamlar gelirdi. Hakkı Bey, işini bilirdi, kime kesenin ağzını açacağını; kime yedirip içireceğini çok iyi bilirdi.

Haydar askere gitmeden ona bir söz vermişti.

-Askerliğini yap gel, sana bir devlet işi bulalım diye.

Sözünü de tuttu. Gelir gelmez Ankara Vekili Hasip Bey’in lokantaya geldiği bir gün hemen işi bağladı.

-Sayın Vekilim, bu delikanlı yıllardır benim yanımda çalışıyor. Onun anası babası yok, benim de oğlum. Şimdi ona bir babalık yapma vakti geldi. Bir sözüm vardı Haydar’a; askerliği yap gel, Hasip Bey’in elini öpersin, dedim.

Kurt siyasetçi lafın gerisi gelmeden anlamış, bir kahkaha atmıştı.

– Düğününü de bana yaptırmazsın değil mi Hakkı Bey?

-Biz işini verelim sayın vekilim düğününe de Allah Kerim.

-İyi bakalım Hakkı Bey, hatrın çoktur bizde; delikanlı yarın Meclis’e gel de sana bir iş bakalım. Al bu kartı, sekreterime haber ederim ben.

-Haydar oğlum, öp bakalım Hasip Bey’in elini.

-Eyvallah delikanlı.

Hakkı Bey ertesi gün Haydar’ı, gözü açık garsonlarından birinin yanına kattı Meclis’e gönderdi.

Bir, köyden Ankara’ya ilk geldiğinde çok şaşırmıştı Haydar; ağzı açık bakakalmıştı, yüksek yüksek binalara bir de şimdi hayretle bakıyordu etrafına.

-Abi demek buradan yönetiyorlar ülkeyi. Ne güzel ne heybetli yermiş böyle.

-He ya ne sandın? Demirel, Özal hepsi burada.

-Essah mı görür müyüz onları da?

-Haydar! Anyayı gonyayı göreceksin şimdi. Hasip Bey’i görebilsek yeter. İşim gücüm var benim. Patron oyalanmayın işinizi bitirip hemen dönün dedi.

-Tamam abi.

İki saat Hasip Bey’in sekreterinin yanında beklediler. Sonra Hasip Bey sekreterini çağırıp bir şeyler söyledi. Sarışın, uzun boylu; aşırı makyajla şekilden şekile girmiş, bulutların üstünde gibi yürüyen bu sekreter hanım elinde bir kâğıtla yanlarına geldi.

-Hanginiz Haydar?

-Benim abla?

Abla sözüne biraz bozulur gibi olsa da yüzündeki o küçümseyici tavrı bir kenara bırakarak eğreti bir gülüşle saçlarını arkaya attı ve Haydar’a yöneldi.

-Al bu kâğıdı yarın bu adrese git. Orada bu ismi yazılan kişiyi bul. Onların haberi var.

-Haa unutmadan yarın giderken üzerine takım elbise giy, böyle gitme Bakanlığa.

-Tamam abla, Allah razı olsun.

İşte herkesin bir hikâyesi vardır ömrüne düğüm atan. Haydar’ında öyle başlamıştı. O gün bugündür buradaydı.

Otuz yıldır bu bakanlıkta hizmetliydi. Kimi odacı diyordu, kimi makam görevlisi. Ne önemi vardı yaptığı iş aynıydı. Kimler gelip geçmişti. Ne heybetli adamlar ne süslü hanımlar görmüştü; hepsi gitmişti başka yerlere de o hâlâ buradaydı. Derin bir nefes çekti yorgun ciğerlerine. Yılların yorgunluğunu atarcasına. Çökmüş omuzlarında, kamburlaşmaya yüz tutmuş belinde hep o dağ köyünden getirdiği garibanlığı taşırdı. Yılları büyük şehirde geçse de köylülük, ruhuna yapışıp kalmıştı işte.

Bu bina ne adamlar değiştirmişti de onun sadece saçlarına ak, beline kambur olmaktan öte gitmemişti. Şikâyetçi de değildi. “Ben bir garibim ayağımı kaydırma Allah’ım!” diye dua ederdi her daim.

Makam zili ile sıçradı yerinden, geçmişinden hayallerinden. Hep böyle olurdu. O zili duyunca bir korku bir heyecan kaplardı tüm bedenini. Koskoca genel müdürün ziliydi o, alışamamıştı yıllar geçse de insan yedisinde neyse, yetmişinde de oydu işte. Korku mu saygı mı neydi bilmiyordu. Ona göre ha genel müdür bağırmış “Haydar Efendi iki kahve!” diye, ha zili çalmış ne fark ederdi. Zili duyar duymaz hazır ola geçer, saniyesinde önlüğünü düzeltir, elini önüne kavuşturur; kalbi güm güm atarak boynunu eğer, dakikası geçmeden makam kapısında olurdu. Genellikle özel kalemden sipariş verilir rahat ederdi. Makam odasına girecekse büsbütün heyecanı artardı. Kapı deri kaplı olmasına rağmen kapıyı tıklar, her defasında da acaba ses duyuldu mu içerden diye düşünürdü. Yine öyle yaptı. “Alışamadın be Haydar, millet ne kadar rahat, hala elin kolun titriyor, kaç yaşına geldin” diye kendi kendine hayıflanırdı.

-Buyurun Sayın Genel Müdürüm

Genel müdür Haydar’ın yüzüne bile bakmadan içerideki kalabalık heyete yöneldi “size ne ikram edelim?” diye

İçerde on iki misafir vardı. Kimi sade dedi kimi orta kahve, kimi az şekerli kimi çok.

-Emredersiniz efendim.

Bunca adamın siparişi akılda kalacak iş miydi? Bu da bir maharet isterdi. Matematik hocası olsa karıştırırdı bu hesabı. Ee, bu da işte onun sanatıydı. Fotoğraf çeker gibi içeriyi aklına kazır, siparişi kafasına yazar, töbe billah karıştırmazdı. Zaten genel müdürün ne içeceği belliydi. Sade bol köpüklü severdi.

Aslında Makam’ da iki odacıydılar. Diğer odacı Sabri, otuz beş yaşlarında fırıldak mı fırıldak bir tipti. Haydar’a yardım etsin diye getirmişler lakin o altı ayda kıdemli üçkâğıtçılığıyla Haydar’ı ve sekreterleri yönetir olmuştu. Her yerde her devirde vardır işte bu tiplerden. Ağzı bir laf yapar, alttan girer üstten çıkardı. Haydar öyle miydi? Ağır başlı, ensesine vur ekmeği elinden al denilen gariban âdemlerden biriydi.

-Gözünü aç Haydar abii! Burası Ankara, anadın mı? diye ara ara Haydar’a takılır bir de üstüne bir kahkaha patlatırdı.

“Lan oğlum git işine fırıldak” derdi en fazla Haydar ona.

Sabri deyince roman yazsan bitmez, analar böylesini doğurdu mu bilinmez. On metre öteden genel müdüre gelen ziyaretçinin bahşiş verip vermeyeceğini tespit eder. Hiçbir zengin radarından kaçmaz, aşağıda karşılar araç kapısını açar, asansörü onun için beklettirir. Buyurun efendim buyurun diyerek geleni göklere çıkarır, Kata çıkana kadar olağanüstü bir hava estirirdi. Ve nihayet uğurlarken de avını bırakmaz kendine ortak olabilecek kimseyi oralara yaklaştırmaz aracına binerken nihai hedefine ulaşır yüklü bahşişi kapardı. Sabri bu, yıllardır kovulmadıysa Makam katından, kızılötesi kulakları ile tilki gözlerinin de payı büyüktür. Her veriyi toplar, araştırır; işine yarayacak olanı defterine yazar gün gelince o defteri açardı. Ne zaman Sabri’yi gönderecek olsalar yazdıklarını fısıldamaya başlar; hafazanallah daha neler var bende neler derdi.

Her yeni atanan genel müdür önce özel kalemini, sekreterlerini değiştirirdi. Burası büyük ihalelerin verildiği; zenginin, siyasetçinin çok gelip gittiği bir yerdi. Burada Haydar gibi ağzı gözü mühürlü adam lazımdı ama Sabri öyle miydi? Sabri’ye çok değil iki üç hafta gelen amiri çözüp açıklarını ele alması için yeterdi. Haydar’ı da iki üç sefer, yaşlı; yerine genç birini alalım diye gönderip servis ve temizlik için genç kızlar getirmişler, lakin gelenler işi kavrayamamış ya da Sabri ile ters gittikleri için geldikleri yere dönmek zorunda kalmışlardı. Sabri her seferinde gariban, uyumlu ortağını geri getirtmişti. Başkası çeker miydi Sabri’yi?

Temizlik ve servis işinin büyük çoğunluğunu Haydar kendi yapar, Sabri ise sağda solda iş kovalardı. Hele biri içerden arkasından laf etsin de görsün Sabri’nin acem oyunlarını. O yüzden herkes “amaan bundan uzak duralım” der kimse üzerine çamur bulaştırmak istemezdi.

Sabri yine çay ocağında iki genç memuru karşısına almış, bacak bacak üstüne atmış bir elinde sarı kehribar tespihi, diğerinde kahvesi ile kendini efsaneleştirecek hikâyeler anlatıyordu.

-Dün bir mersedes geldi. Aman Allah’ım, bizim Bakan’ın altında yok böylesi. Kaçar mı benden üç gün öncesinden aldım tabi haberini. Araba daha durur durmaz yapıştım kapısına; buyurun efendim şeref verdiniz, sayın genel müdürümüz sizleri bekliyor diye bir aldım oradan bizim güvenlikçi Hayri var ya, onun cebine de bir elli lira sıkıştırıyorum, hesap işi bunlar tabi, asansör bizi bekliyor anadın mı?

-Vay be Sabri abi âlemsin ha!

-Daha dur, bizden başkası binemez o asansöre, onuncu kata çıkana kadar adamın ayağını yerden kesiyorum hürmetle. Para tek başına da yetmiyor; bu adamlar görülsün, övülsün istiyorlar. Bunları kitaplarda bulamazsınız gençler, hayat dersi bunlar anadın mı?

-Ee abi neticeye gel bahşis kaç lira?

-Bitti mi, hayır? Adam o odaya uçarak girdi uçarak çıkması lazım. Avını kaybetmeyeceksin. Sonra bu işin incelikleri var, avını gözlerken aslana da görünmeyeceksin.

“Nasıl yani?” dedi gözlüklü saf olan genç memur.

-Bak anlamadın işte. Aslan kim burada?

-Kim abi?

-Genel müdür koçum, gözüne batarsan film biter orada. Ava giderken av olursun anadın mı? Asansörü tutarsın, aslan avını oraya kadar getirir senin avucuna bırakır. Oradan bir daha aldım mı arabasına kadar, “lütfen yol verin, buyurun efendim” diye diye önünü açarak simsiyah sarayına bıraktım.

-Elini cüzdanına attı. Aman Ya Rabbim! Hepsi yeşil, hizaya geçmiş yüzlük dolarlar. Bir tane tl yok içinde.

İki tane yüzlük çekti anadın mı? İçim eridi töbeler olsun.

-Ne diyorsun abi, of iki saatte 200 dolar!

-Al bakalım delikanlı sağ olasın dedi. Verse elini de öpecektim ama çok da abartmamak lazım tabi. Bizim de bir meslek onurumuz var elbette.

– Haha hahaa diye kahkaha ile salonu inletirlerken Haydar girdi içeri. Gençler, Haydar’ın ağırbaşlılığından, ciddiyetinden çekinirlerdi. Sevmezdi iş yerinde böyle laubali işleri.

Sabri iyi bilir bunu, ortağının sınırlarını çok zorlamazdı. “Hadi gençler, mesai saati lütfen işimizin başına” diyerek çay ocağını boşalttı.

-Haydar abi, bu yeni yetmelerin işleri güçleri lak lak, mesai mi değil mi? Ben de olmasam bunların hakkından kimse gelemiyor.

– Ahh Sabri ah!

Sabri hemen lafı çevirir Haydar’ın ilgisini başka yere çekerdi.

-Haydar abi sen bu kalabalık siparişleri aklında nasıl tutuyorsun? Gerçekten hepsine istediğini getiriyor musun?

– He ya, ne sandın, sen karıştırıyor musun yoksa Sabri?

– Ya Haydar abi güldürme beni, onu mu aklımda tutacam. Genel müdüre sade köpüklü diğerlerinin hepsi aynı?

– Essah mı? Olur mu öyle misafire? Ya biri derse ben böyle istemedim diye.

– Kaç senedir deniyorum hiçbiri demedi abi, zaten adamlar ayıp olur diye söyleyemez, kahve mi kaldı konuşacakları.

-Senden korkulur Sabri.

– Bak seni ayrı severim Haydar abi, kaç senedir benim gibi bir adamı idare ediyorsun. Gel sana birkaç taktik öğreteyim üç beş kuruş yolunu bulursun.

-Aman Allah korusun Sabri! Bana elleşme.

Sabah gün, Keçiören’in tepesinden........

© İnsaniyet