menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Mustafa Muharrem ile Söyleşi

13 0
27.01.2025

Yeni yayımlanan “Sade Suflör” isimli kitabınızla şiir kitaplarınızın sayısı sekize ulaştı. Hem sizin hem de şiir severler için hayırlı olsun, okuru bol olsun…

Şiirlerinizde felsefi ve kültürel bir alt yapıdan beslenen imgesel bir dilin hâkim olduğunu görüyoruz. Yazın hayatınıza yön veren poetik yaklaşımınız hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Hülya Hanım iyi dilekleriniz için çok teşekkür ederim. Türkiye gerçekliğinde yazdıklarımın bol okuyucuya ulaşacağını düşünmediğimi belirteyim. Bunu bir karamsarlık biçiminde ifade etmiyorum. Bir realiteyi saptamak anlamında altını çizerek vurguluyorum. Burada temkinli bir deneyimden yola çıkarak konuşuyorum. Herhangi bir biçimde okuyucu dediğimiz profili sanık sandalyesine oturtarak ya da yargısız infaza kurban vererek bu değerlendirmede bulunmadığımı da hususen paylaşmak istiyorum. Poetik yaklaşım konusunu şöyle açabiliriz:

Ben şiirin insanlarda mündemiç poetik bir akıl mahsulü olduğu kanaatini taşıyorum.

Dolayısıyla şiir adını verdiğimiz verimin, sanat mahsulü formun zannedildiğinin aksine bir duygu dışa vurumu şeklinde ortaya çıkmadığını ve vücut bulmadığını ısrarla savunuyorum. Bu noktada şunu kısa bir formül olarak söyleyebilirim. Her ne kadar herhangi bir çerçeve içerisine yerleştirilebilecek bir peyzajdan ya da bir fotoğraftan söz etmiyor olsak da şiirin insanın bir faaliyeti, aşkınla irtibat enstrümanı olduğunu düşünüyorum. Tabii yeryüzü mümkünlük kombinasyonları içerisinde insanlar aşkınla, aşkın bütünle kozmolojik irade ve bilinçle farklı mecralar kullanarak kendilerince bir iletişim geliştirebilirler. Ama bunun en sahici ve en sahih stilinin, aracının, aparatının, aletinin şiir olduğu konusunda kendimce sabitlediğim bir metodoloji sunuyorum ben. Dolayısıyla şiirin, aşkınla aramızdaki diyaloğu kavi kılmak, kesintisizleştirmek için başvurabileceğimiz en başat, en yalansız, en riyadan uzak, sahteye ve matematiğe asla prim vermeyen, dolayısıyla demokratik mantığın çoğulcu, çoğunlukçu, ortalamacı parametreleriyle örtüşmeyen bir insani özü, aşkının içimizde kodlanmış mayasını hayatta ve ayakta tutma cehdi ve becerisi olduğunu ifade etmek istiyorum.

Millî Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu üyesi olarak görev yapıyorsunuz. Öğretmenlikten yöneticiliğe ve bürokrasiye evrilen bu süreçte şiir, sizi hiç tökezletti mi ya da iş hayatınızda şiirden beslendiğiniz anlar oldu mu?

Konuşmamın başında bir Türkiye realitesi gibi genel bir panoramik gösterge ortaya koymuştum. Aynı yerden hareket ettiğimizde, aynı mevziyi kendimize mihrak kıldığımızda Türkiye’de insanların şiirle ya da edebiyatın diğer türleriyle ya da düşünceyle kendilerini hercümerc olarak bir hayat standardı ve bir hayat programı üretmelerinin çok fazla bir çek karşılığı ne yazık ki yok. Bu nedenle yazma etkinliğimizi herhangi bir dünyevi kaygının stepnesi hâline getirmemek bakımından herhangi bir işte çalışmak durumundayız hepimiz. Tabii burada şiir ve edebiyat; şiir, edebiyat ve öğretmenlik; şiir, edebiyat ve eğitim dediğimizde birbiriyle çok kesişiyormuş gibi görünen dehşet bir tokuşma alanı söz konusu. Bu dehşetengiz tokuşma alanında şiiri ve şiiri yapan poetik aklı ne kadar muhafaza edebiliriz, hasara maruz kalmaktan ne kadar koruyabilir, kurtarabiliriz; bunlar çok önemli titizlikler. Ben Eski Roma hukukundaki gibi şiir ve sanat alanı ile orada ortaya çıkmış tekstüel personayla kamusal fonksiyonlarımı mümkün olabildiğince birbirine geçiştirmemeye, karıştırmamaya özel bir hassasiyet gösterdim bugüne değin. Sezai Karakoç’tan iktibasla söylersek “iş ve sanat, dolayısıyla görev ve şiir aslında birbirini yok eden iki cehennemdir” ama insan bu iki cehennem arasındaki gelmeleri gitmeleri, bu iki birbirine hasım kutup noktasındaki gerilimi yönetebilir, yürütebilir. Ben elimden geldiğince, gücümün yettiğince hacmim elverdiğince bu iki alanın masumiyetini muhafaza konusunda şu ana kadar -bundan sonra da böyle olacağına dair teminat da vererek-hiç çekinmeksizin, kendimi yalanlamaksızın muazzam bir hassasiyet sergilediğim konusunda mutmainim.

Kendinizi hangi edebî dönem ya da edebî muhite yakın hissediyorsunuz?

Herhangi bir dönem ya da herhangi bir şiir muhitiyle veya herhangi bir poetik sosyete ile aramda yakınlık ya da uzaklık bağlamında özel bir ilişki, özel bir illiyet irtibatı tesis edilebileceği görüşünde değilim ben.

Ama Divan şiirindeki “Sebk-i Hindiciler”, Niyâzî-i Mısrî örneğindeki gibi cerbezeli sufi şairler ya da Muhyiddin İbn-i Arabi; günümüze doğru yaklaştığımızda Ahmet Haşim, Ece Ayhan, Cahit Zarifoğlu kendimle bir şekilde akrabalık münasebeti olduğunu hissettiğim, ünsiyetimi karşılayan şiir kaynakları veya şiir tecrübeleri, şiir rezervleridir. Tabii şunu da mutlaka altını çizerek belirtmek gerekir: 21. yüzyılın ilk çeyreğini tamamlamış bir ortamdayız. Dolayısıyla “Türkçenin ve dünya şiirinin önümüze sunduğu bütün incelik ve keşiflerden, bütün kazanımlardan, dolayısıyla muazzam bir poetik birikimden beslenmiyoruz” demek, bütün bu hasılanın ve repertuarın inkârı anlamına gelir. Onu da hususen ekleyeyim.

Edebî dönemlerin ontolojik bir zaman anlayışıyla sınırlandırılamayacağını düşünüyorum. Sözlü edebiyat geleneğimizden divan edebiyatına, divan edebiyatından cumhuriyet şiirine ve günümüze açılan bir koridorda yürüdüğümüzü hayal ettiğinizde hangi isimlerle karşılaşmak isterdiniz?

Karşılaşmak, kapışmak anlamında değil, değil mi?

Değil tabii ki, karşılaşmaktan hoşnut olacağınız isimleri soruyorum.

Demin zikrettiğim portreler, benim zihnimdeki temel referans köşeleri. Onlara bazı ilaveler yapabilirim. Sözgelimi Zâtî ile, Fuzûlî ile, Şeyh Galip’le muhakkak; günümüze doğru yaklaştıkça Rimbaud ile münhasıran. Rilke ile Eliot ile. Daha sonraki dönemlerde kendi kulvarımızda, havzamızda Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Attilâ İlhan ve Turgut Uyar’ı da bir önceki soruda kendimle akrabalık ya da ünsiyet münasebeti hissettiğim isimler galerisine ilave edebiliriz.

Bunlardan bazılarıyla 1980’li 90’lı yıllara rastlayan ilk gençlik dönemlerimde, daha sonra inkıtaya uğramış irtibatlar yakalayabilme fırsatı buldum. Kendi açımdan düşünürsek benim zihnimdeki yıldızlar karması bu adlardan müteşekkil. Ben de o yıldızlar karmasının altında onlardan gelen ışığı şiirime ve şiir duruşuma ne ölçüde fon yapabiliyorum ya da ne noktaya kadar yansıtabiliyorum, tabii bunun hükmünü okuyucu ve zaman verecek.

Ortaöğretim Türk dili ve edebiyatı ders kitaplarında yaşayan şairlere ve yazarlara yer verilmediğini görüyoruz. Bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?

Bizde örgün eğitim hudutlarında edebiyat dersi biraz simülatif bir ortamın çeperlerine terkedilmiş vaziyette. Bu soruyu aslında tıp fakültesi eğitimiyle mukayese yaparak farklı bir bakış açısıyla da teşhis masasına yatırabiliriz.

Tıp eğitiminde de hekim adayları canlı, gerçek hastalar üzerinde kendi etütlerini gerçekleştirmiyorlar biliyorsunuz. Canlı hastayla muhatap olabilmeleri için belli bir formasyon........

© İnsaniyet