Selçuk Küpçük ile Söyleşi “Dünyada bulunuyor olmaya dair bir cevap benim için ürettiğim şarkılar”
Anadolulu olduğunu kabul eden üniversite öğrencilerinin kalbinde kavi bir yer edinmiş olan ve tanınan Selçuk Küpçük’ü bir de kendisinden tanımak istiyoruz, buyurunuz efendim…
Laf aramızda bu “Anadolu” melesini hep önemsedim. Dünyayı ister dinsel, ister liberal, ister Marksist, ister milliyetçi tahayyülden kavrayalım, bu toprakların ruhu ile yıkanmamış her düşünce aksının bize yabancı olduğuna inandım hep. Che’ye bakarak, Seyyid Kutup çevirerek ya da Avrupa’nın kendi ekonomi-politik tarihinde kapitalizmle senkronik ortaya çıkan ulusalcılık teorilerinden beslenmiş toplum mühendisliklerinden hız alıp buralara rol vermenin uzağındayım. Nurettin Topçu’nun kavramsallaştırmaya çalıştığı 1071 tarihi ütopik gibi dursa da Anadolu’da Müslim, gayrimüslim ile biz yeni ve uzun soluklu bir öykü başlattık. Ben bu öykünün güncellenebileceğini düşünenlerdenim. Türk solunun yerlileşmesi açısından da yine Topçu’nun çabası mühim. Ama Topçu ne kendi mahallesinde karşılık bulmuş bir isim, sol da zaten sağcı diye tanımıyor onu.
Çok sert girdik bu soruya..
Evet ya. Fark ettim şimdi bende. “Anadolulu olduğunu kabul eden üniversite öğrencilerinin kalbinde kavi bir yer edinme” meselesi için şunu söyleyebilirim belki. 90’lardan günümüze farklı kuşaklar içerisinde benim yaptığım şeyleri takip eden arkadaşlar oldu evet. İnternet ve sosyal medya dolayısıyla bununla daha da muhatabım. You Tube’taki benle ilgili yorumlar, Ekşi Sözlük’tekiler keza. Yani onlar olmasa da ben bu şarkıları yapacaktım zaten. Bu benle ilgili bir mesele aslında. Dünyada bulunuyor olmaya dair bir cevap benim için ürettiğim şarkılar. Dolayısı ile benim yaptığım şeyleri değerli bulan arkadaşlar ile aslında ortak bir duygu evrenindeyiz gibi geliyor bana.
90’ların ikinci yarısı başladım ben müziğe. Tabi çocukluktan beri bağlama çalıyor ve her tür müzik dinliyor, müzik kasetleri biriktiriyor ve hatta müzik dergilerini takip ediyordum ama ilk besteler o yıllarda çıktı ortaya. 90’ların Türkiye’si travmatiktir. Hepimiz 90’larda karanlık bir koridorun içinden geçtik.
Neden böyle diyorsunuz 90’lar için?
Yani faili meçhuller, Sivas katliamı, Başbağlar Katliamı, 33 genç çocuğumuzu terör örgütünün vahşi şiddetine kurban vermemiz… Böyle uzayıp giden bir anafor 90’lar. Benim de bunaldığım bu karanlık anafor içerisinde insana ait duygu yüklü şarkılar yapmak belki beni takip edenler için nefes alabildiğimiz estetik bir alan oluşturdu. Rahmetli Yavuz Bülent Bakiler ’in “Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik” şiirine yaptığım şarkıyla başlayan bu öykü işte bugünlere kadar geldi.
“Bir kitaplığın önünde büyüdüm ben”
Büyüdüğünüz aile ortamının, şehrin ve ikliminin sanatınıza, düşünce dünyanıza eserlerinize nasıl etkisi olmuştur?
Şehrin hiç etkisi yok. Bu varoluşsal bir şey. Ama içerisinde büyüdüğüm evin olabilir. Çünkü bir kitaplığın önünde büyüdüm ben. Babamın hatırı sayılı bir kitaplığı vardı. Hayat Mecmuası’ndan Hareket dergisine, Hisar’dan Türk Edebiyatı dergisine kadar birçok dergi ayrıca. Ben onların içinde şekil buldum. Yani okuma yazma öğrenmeden evvel resimlerinden, kitaplarının kapaklarından Abdurrahim Karakoç’a aşinaydım mesela. Ankara’ya üniversite okumaya böyle bir zihinsel altyapıyla gittim. Türkiye’de üretilen müzik türlerine ilişkin aşağı yukarı ne varsa çoğundan da haberdardım yine. Yani müziğin geldiği teknik seviye, kayıt ve aranje imkanları vs onları dinlediğim kasetler üzerinden kıyas yapabilecek düzeyde idim.
Kimleri dinlemiştiniz o yıllarda?
Bağlama çalarak başladığım için türkü geleneği ve icracılarını biliyordum doğal olarak. Arif Sağ’ın kasetleri, “Ben Bir İnsan Olmaya Geldim” mesela. Orada bir türküde çok sesli bir arayış vardı ve ben hemen ona özel ilgi duydum. Başka bir ses evreni ile karşı karşıya kaldığımı anladım. Gencebay’dan, Çağdaş Türkü Grubu’na, Cengiz Kurtoğlu’ndan Fado Müziği, Madredeus grubuna uzanan ve hiçbir şeyi kaçırmamaya çalışan bir ilgi. Üzerimde emeği olduğunu düşünürüm bu müziklerin ve onlara vefa borcumu ödemek için “Aşk ve Teselli” kitabımda anlattım bu sanatçıları.
80’lerin 90’ların belli zevk ve çizgisine sahip bir kitlenin kıymetli isimleri var. Sezai Karakoç, Abdurrahim Karakoç, Yavuz Bülent Bakiler gibi… ebediyete intikal eden büyüklerden sonra o zevke ait birisi olarak hissiyatımızı diri tutuyorsunuz. Bu misyona sahip olmak size ağır geliyor mu ya da teşvik edip daha da çok azim katıyor mu?
Ya, bir “misyon” ilişkisi kuruyor muyum bilemiyorum ama bu şairler de tıpkı biraz evvel bahsettiğim sanatçılar gibi benim kişisel hayatıma katkı sunan isimler. Yazdıkları ile. Okumaktan huzur bulduğum, kendimi dünyada onları okurken yalnız hissetmediğim şairler. Ruhsal bir evren belki bu. Zaten ben hep şöyle düşündüm. Beste aslında biz onu yeryüzüne indirmeden evvel de var. Ruhsal keşif yolculuğuna çıkabilip onu bulabilmek, yaptığımız bu. Yani benim için mesele böyle. Şiirin, iyi sözün içinde bir müzik var zaten. Onu keşfedebilmek aynı zamanda ruhsal bir yolculuk. Ben bütün şarkılarımı kendim için yaptım. Bana iyi gelsin diye başvurdum o şiirlere. Onların içerisine girebildiğim oranda bir öz olarak taşıdıkları kendi sahih müziklerini ortaya çıkarmaya çalıştım. Onu şarkıya dönüştürdüm yani. O da bir nasip kuşkusuz. Benim o kitaba, derginin o sayfasındaki şiire ulaşmam, onu kendime hâl olarak yakın bulmam, sonra okudukça o metnin, kendi içindeki müziği bana açması vs. bunlar hep kader. Adem Turan’ın aynı zamanda kitabının ismi olan “Artık Kuşlarını Uçur”u şarkılaştırmak için yıllarca bekledim mesela. İlhami Atmaca’nın “O Çocuklar Öyle Mahzun Ağlamaya Gittiler”........





















Toi Staff
Penny S. Tee
Gideon Levy
Sabine Sterk
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein