menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

İmralı’ya gitmek ya da bir adaya hapsolmak

18 0
29.11.2025

Kafka, Ceza Sömürgesi adlı hikayesinde adını koymadığı bir ada oluşturur. Yalıtılmış ve toplumsal normların dışına düşmüş, hukukun ve ahlakın askıya alındığı bir mekânı resmeder. Sadece “eski komutanın yasalarının” geçerli olduğu bu düzende, izolasyon mutlak iktidarı güçlendirmez sadece, aynı zamanda onu çürütür ve içe doğru çökmesine neden olur.

Kafka, hikâyede insanların suçunu vücutlarına yazan, belirli ritüellerle kurgulanmış bir ölüm cezası uygulayan ve toplumun sarsılmaz bir inanç duyduğu ceza makinesini anlatır. Ceza makinesi, ancak bu şekilde yalıtılmış bir adada sorgulanamaz bir gerçeklik olabilir. Her yasa, “adalet değil, düzenin devamı” için uygulanır. Kafka, en nihayetinde bir cehennem adası yaratmıştır.

Uzunca bir zamandır kendi kendimizi hapsettiğimiz Kafkaesk bir adada yaşıyoruz. Ve makinenin bozulduğu, sistemin çökmeye başladığı, düzenin kutsallığının parçalandığı bir dönemdeyiz.

Toplumlar, kendi sürekliliklerini ancak tarihsel gerçeklik ile kurdukları samimi ilişki sayesinde anlayabilirler. Tarih, yalnızca geçmişin kronolojik bir dizilimi değildir; toplumsal hafızanın, ortak acıların, kazanımların, çatışmaların ve uzlaşmaların toplamıdır. Bu nedenle tarihsel gerçeklikten kopuş, yalnızca geçmişi yanlış okumak anlamına gelmez; toplumun kendini anlamlandırma zeminini kaybetmesi anlamına gelir. Bu kopuş gerçekleştiğinde toplum, bir tür “hafıza kaybı” yaşar. Hafıza, süreklilik ve kimlik arasındaki bağ zayıfladıkça, sosyal ilişkilerin taşıyıcı kolonları da çatırdamaya başlar.

Bu kopuşun ardından gelen ikinci aşama sosyal hakikatin inkârıdır. Sosyal hakikat; insanların ulusal kimliklerinden, kültürel aidiyetlerinden, gündelik deneyimlerinden, sınıfsal konumlarından ve ekonomik gerçekliklerinden beslenen somut ve ölçülebilir bir dünyadır. Bir toplumda sosyal hakikat inkâr edildiğinde, insanların yaşadığı sorunların nesnel temelleri görünmez kılınır. Kimlik ve ulusal haklar inkâr ve ret pratiğine, ekonomik eşitsizlik kişisel yetersizliğe, toplumsal kutuplaşma kaçınılmaz kadere indirgenir. Böylece insanlar kendilerini etkileyen güçleri kavrayamaz; sonuçta öfke, güvensizlik ve yabancılaşma derinleşir. Sosyal hakikatin reddi, bireylerin kendi deneyimlerini bile sorgulamasına yol açan bir “gerçeklik krizi” yaratır.

Bu iki sürecin toplumsal düzeydeki en yıkıcı sonucu ise birlikte yaşamın reddi olarak ortaya çıkar. Çünkü ortak yaşam, ortak bir gerçeklik zemini üzerinde yükselir. Paylaşılan geçmiş ve kabul edilen sosyal gerçekler olmadan, toplumun üyeleri birbirini “ortak” değil, “öteki” olarak algılamaya başlar. Hakikat........

© İlke TV