Temkinli karamsarlık
Eğer savaş, siyasetin başka araçlarla devamıysa, bugün Türkiye’de şiddetin terk edilmesinin ardından, siyasetin diğer kadim araçları konuşmak, duymak, tartışmak ve eylemek dışında ne olabilir? Peki, kamusal alanın büyük ölçüde kolonize edildiği, geriye kalanların da çeşitli toplulukların veya ideolojik kampların teatral performans alanlarına ya da söz konusu grupların galeyana geldikleri ayinsel ikna odalarına dönüştüğü bir ortamda, konuşma, tartışma ve eylemin ne ölçüde ulusal düzeyde (böyle bir düzey kaldıysa) dönüştürücü toplumsal rezonans üretebileceği ve barışın nasıl toplumsal bir talebe dönüşebileceği sorgulanmalıdır. Hakikatin yalanla, bilginin konforlu kanaatlerle ikame edildiği, evrensel normatif zeminin hızla erozyona uğradığı bir iklimde, haklı ile haksız ayrımının yapılamadığı bir düzende, ulusal düzeyde cemaatler ötesi konuşmanın linç edilmek, dışlanmak ve kriminalize edilmek dışında ne gibi bir faydası olabilir? Böylesine parçalanmış bir kamusal ortamda siyaset yapmak, yan yana gelerek çoğalmak ve nihayetinde barış içinde birlikte yaşamak nasıl mümkün olabilir?
Yapısal meselelere tekabül eden bu soruların yanıtlarını arayan herkes, temkinli bir karamsarlığa itiliyor. Temkinli karamsarlık, kurumsal ve zihinsel dönüşümün kapısını aralık bırakıyor, zira mücadele ve müzakere süreci devam ediyor. Ne var ki, yukarıda özetlenen yapısal tabloya ilaveten – ve muhalif nüfusu da kapsayacak şekilde-, Türkiye’de eşitlik ve barış talebinin toplumsallaşmasına karşı egemen zihinsel ve duygusal yapıların ne denli dirençli olduğunun farkındalığını yansıtıyor. Üstelik, bu yapıları dönüştürecek pedagojik araçlardan ve kamusal mecralardan yoksun olduğumuz bir ortamda, barış içinde ve eşit şartlarda yaşama ihtimali, temkinli karamsarlığı daha da körüklüyor. Bu bakımdan, temkinli kötümserliği, temkinli iyimserliğin zayıf bir versiyonu ya da onun ironisi olarak anlamak gerekir.
Bu bağlamda, barış sürecini daha ampirik bir düzlemde masaya yatırdığımızda, biri iktidara diğeri muhalefete özgü olan iki farklı yapısal soruyla karşılaşıyoruz. Bilindiği gibi, giderek daha otoriter bir yöne evrilen bir rejimde, esası konuşmayı, demokratik siyasi katılımı, güçler ayrılığını ve hukukun üstünlüğünü gerektiren bir mesele nasıl çözülebilir? Başka bir ifadeyle, her şeyin tek bir merkezde toplandığı bir ortamda, demokratik katılımın ulusal ve yerel düzeyde güvencesi -hukuk dışında- ne olabilir? Demokratikleşme olmadan, yani siyasi ve bürokratik gücün demokratik dağılımı sağlanmadan barışmak nasıl mümkün olabilir? Eşitlik ve özgürlük ilkelerine riayet edilmeden vaat edilen kardeşliğin geçerliliği nedir?
Fransız Devrimi sonrasında modern devletin üçlü sacayağını liberté (özgürlük), égalité (eşitlik) ve fraternité (kardeşlik) oluşturmuştu. Ezilenlerin temel arzusunu ifade eden eşitlik, sol-sosyalist ideali; yeni egemenlerin arzusunu yansıtan özgürlük, liberal söylemin gelecek vizyonunu; devletin/ulusun (ve egemen sınıfın) hayali bir cemaat kurma ve nüfusu bütünleştirme arzusunu ifade eden kardeşlik ise milliyetçi ideali temsil ediyordu. (Liberalizm eşitlikten fiktif-hukuki eşitliği, milliyetçilik ise eşitlikten sınıfların veya toplulukların değil ulus devletlerin eşitliğini -ve egemenlik nosyonu adı altında- özgürlüğünü anlıyordu. Neyse bu yazının derdi başka.)
Eşitlik, sınıfların veya toplulukların maddi ve simgesel kaynaklardan eşit pay almasını........
© İlke TV
