Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen; özgürlükçü Anayasa!
Yıllardır süregel bir tartışmamız var. Tartışmadan da öte beklentimiz. Yeni, sivil, insanı önceleyen bir Anayasa… “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diye yazan bir mecliste milletin sözünün, fikrinin ve inancının bir değeri olsun istiyoruz. Dolayısıyla ,“Bizim değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddesi ile sorunumuz var.”
Anayasal tecrübemizi 1808’de ilan edilen ve anayasal nitelikteki ilk belge olarak kabul gören, Sened-i İttifak anlaşmasına kadar götürebilmek mümkün. Bu belge ilk olması yanında, anayasal mantığımızı anlamamamız açısından da önemli çünkü giriş kısmında: “Sarsılan devlet otoritesini kuvvetlendirmek” amacına yönelik olduğu yazıyor.
Bu belgenin kabulünün üzerinden iki asırdan fazla geçti. Osmanlı’da Tanzimat ve meşruti monarşi tecrübesi yaşandı. Rejim değişti, Cumhuriyet ilan olundu. “Demokrasi benimsendi.” Yasama, Yürütme ve “Yargı”lama olmak üzere güçler ayrılığı ilkesi kabul edildi. Ancak hiç taviz verilmeyen bir olgu var: “Devlet otoritesini kuvvetlendirilmek…”
Her ne kadar “Mutlak iktidarın sınırlandırılması” amacına matuf olsa da “Tanzimat fermanı ile Islahat fermanı” adı üzerinde Padişahın tebaasına bahşettiği ferman niteliğindeki belgelerdir. Kanun-i Esasi ise gerçek anlamdaki ilk anayasa metni olarak kabul edilir.
Tahta çıkalı üç ay kadar olan II. Abdülhamit, Avrupa devletlerinin yoğun baskısı sonucu, Sait Paşa’ya Fransız Anayasalarını çevirtmiş ve 28 kişilik bir komisyonun hazırladığı metni 1876 yılında apar topar kabul etmek zorunda kalmıştır. Anayasal tecrübemizde yaşanan en önemli kırılmalardan birisi de burasıdır. Çünkü halen, Fransa’nın da içinde bulunduğu Kıta Avrupa’sının anayasal mirasını devam ettiriyoruz.
Zaman içerisinde birçok tadilata muhatap olsa da Anayasal tecrübemiz, otoriteden yana olan tavrını sürekli korudu. İktidarlarını silah zoruyla kabul ettirenlerin yaptıkları ilk iş, “siyasi, hukuki ve cezai sorumlulukları olmadığını” yasalaştırmak oldu. Temel hak ve özgürlükler adına ifade edilen ilkeler ise teoride kalmaktan öteye gitmiyordu. Bu durum II. Abdulhamid’ten Kenan Evren’e kadar değişmedi.
Yüzlerce yıllık toplumsal değerlere savaş açan, “geri kalmışlığın sebebini İslam” olarak görenlere karşı yapılan haklı çıkışlar, kanlı olarak bastırıldı. “Hareket-i irtica, hadise-i irtica” ya da “etnik bölücülük” kavramları toplumu hizaya çekmenin aracı olarak kullanıldı. İktidarlar el değiştirse de “Batılılaşma arzusu” ile yanıp tutuşan, “Modernleşmeci” çizgide hiç değişmedi.
Gücün tam anlamıyla tahkim edilemediği zamanlarda, 1921 Teşkilat-ı Esasi Kanunu gibi, görece de olsa kabul edilebilir, toplumun farklı kesimlerini asgari ölçüde memnun edecek “Çerçeve Anayasa” niteliğinde belgeler de ilan edildi.
“Egemenliğin kayıtsız şartsız milletin” olduğu; yerel yönetimlerin güçlendirilip, yerinden yönetime önem verilerek vilayetlere “özerklik” tanındığı; “Şeriat hükümlerinin uygulanmasın Meclis’e ait olduğu, kanun ve tüzüklerin düzenlenmesinde, en elverişli fıkıh ve hukuk hükümleriyle, örf ve âdetler ve teamüller esas olarak alınacağı… “ gibi maddeleri içeren, bugün bile birçok sorunumuza deva olabilecek bu metin ne yazık ki, uygulamaya dahi konulmadan tasfiye edildi.
Tasfiye edenler bununla kalmadılar ve yeni ilan ettikleri 1924 Teşkilat-ı Esasi’de “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” ilkesini vaaz ettiler. Evet, “Egemenlik........© Haksöz
visit website