‘Varkalma’ ve ‘yeniden varoluş’ mücadelesinde şûrâ’nın önem ve değeri
“İşlerimizi şûrâ ile yapmak”, “korku ve güvene dair duyduğumuz haberleri ‘ulu’l-emr heyeti’ne götürmek”1 gibi ifadeler, Kitab-ı Kerim’de hangi anlamda veya anlamlarda kullanılmıştır? Kur’an’daki kullanımına bakıldığında şûrânın bağlayıcılığı neydi, ne olmalıdır? Resulullah Muhammed (a) döneminde nasıl bir istişâre ve şûrâ mekanizması vardı; ve bugün ne olmalıdır? Şûrânın farklı uygulamaları ve şûrâ kararlarının tatbiki nasıldı; şûrâya katılım için ehliyet şartları neydi; şûrâ konuları nelerdi ve şûrâ yönetimi ne olmalıdır? Şûrâya katılım için yetişmiş mümin ve mümine şahsiyetlerde hangi şartlar aranmalıdır?
Bu gibi sorularla, “şûrâ” konusu gümdemleştirilmelidir. Lehte ve aleyhte Müslümanlarla ilgili konuları ve ümmet maslahatıyla ilgili açık nass olmayan ortak meselelerimizi “ulu’l-emr” heyetine götürme emrinin2 niçin geçmiş asırda da ve günümüzde tüm ümmet coğrafyasında da yerine getirilmediği veya getirilemediği ile ilgili tahkik ve değerlendirmelerimiz öne çekilmelidir.
Kur’an-ı Kerim’de aynı kökten gelen “şûrâ, teşâvur, müşâvere” kavramları konu ve anlam bütünlüğü açısından aynılık ifade eder mi yoksa aralarında bazı farklılıklar var mıdır? İstişârenin ya da istişare sorumluluğunun; ayrıca ulu’l-emr heyeti içtihadının bağlamı ve bağlayıcılığı nedir?
Bu sorulara fukaha ve müfessirlerimizin büyük çoğunluğu bütünlükçü yaklaşmamışlar; bu kavramların aralarındaki önemli nüansların veya bu kullanımlar arasındaki alternatif uygulamaların üzerinde pek durmamışlardır. Fetva erbabının büyük çoğunluğu konuya “İstişâre de şûrâ da müşâvere de şavir, meşûre, meşvere gibi aynı kökten gelirler.” diye kapsayıcı olmayan bir yüzeysellikte yaklaşmışlar; bu kavramların aralarındaki önemli nüanslar üzerinde durmamışlar veya bu kullanımlar arasındaki ince ama önemli farkları pek de gözetmemişlerdir.3 Ayrıca Hicri I. ve II. yüzyıldaki “Tevhid ve Adalet Ekolü” çizgisini bağımsız tutarsak; büyük ölçüde bu konuları irdelemek ile, sarayın itibar ettiği ulemalığı devam ettirmek arasında birbiriyle zıtlaşan roller nedeniyle sessiz kalınarak4 konuyu geçiştirmek ya da mevcut uygulamayı meşrulaştırıcı izahlara meyletmek yaygın tutum haline gelmiştir.
Sultanlık, padişahlık ve şahlık rejimlerinden sonra ulus devletlere ve cahili ulus toplumlara ayrıştırılan ümmet coğrafyası ve ümmetin unsurları (anasır-ı İslam) bugün dış vesayetin tutsaklığı altında despotik rejimlerle (Krallık, Şeyhlik, Askeri Cunta/Cemahiriye) ya da yarı demokratik rejimler (Türkiye, Pakistan, Endonezya) ile idare ediliyor. 20. yüzyılda yazılan “Tevhidi; Rabbani; Nebevi Hareket Metodu” kitaplarında haklı olarak demokrasiyi ve demokratik yönetimi eleştiren müellifler, karşıtı oldukları demokrasi kadar nefsini temel belirleyici kılan saltanat ve despotik rejimler hakkında genellikle gerekli eleştirileri yapmamışlar ve onları “şûrâ” görevine ve Rabbimizin “ulu’l-emr” emrine uymamak ve bu sistemleri oluşturup geliştirmemek konusunda eleştirmemişlerdir. İman ve salih amel sahipleri dün de bugün de İslami yönetim sahibi olmak ve şûrâ sistemiyle işlerini görmekten oldukça uzaklaşmışlardır.5
Müslümanlar hatta İslami oluşumlar güncel ilmihalimizle ilgili konuları yani fikri ve siyasi müşküllerini, ümmet maslahatı ile ilgili problemlerini çözümlemek için genellikle rasih/fıkhi uzmanı6 biidikleri kişilerin “bireysel fetva” tercihlerinden veya “bireysel içtihadları”ndan yararlanıyorlar. Tabii ki bu konularda kayıtsız tavır veya keyfi hükümler yerine bir bilene sorulması önemlidir.7 Ama bölgesel veya genel ümmet maslahatı ile ilgili lehte ve alehte irdelenmesi gereken güncel konuları “ulu’l-emr”e götürme sorumluluklarıyla ilgili emir, ilgili bütün müminlere şamildir. Oysa saltanat yönetimleri dönemlerinde Arapça “çoğul” bir ifade olan “ulu’l-emr” ifadesi “tekil” olarak değerlendirilip “emiru’l müminin” / müminlerin emiri konumundaki insanla özdeşleştirilme yanlışı adeta kurumlaştırılmıştır.8
20. ve 21. Yüzyıldaki Halimiz
20. yüzyılın başında mahalli İslami direnişlere rağmen işgal altına giren bütün ümmet coğrafyası sultanlık, padişahlık ve şahlık rejimlerinden sonra seküler temelli ulus devletlere ve toplumlara bölündü. İslam dünyası 20. yüzyılın başından bu yana vesayet altında ve despotik rejimlerle (Krallık, şeyhlik, askerî cunta ve cemahiriye ya da sosyalizm anlayışı ile) ya da cumhuriyet rejimleriyle (Tükiye, Pakistan, Endonezya örneğinde olduğu gibi) idare edildi ve halen idare ediliyor. Coğrafyamız yapay ulusal sınırlara bölünmüş, ellerimiz birbirinden koparılmış.
Bugün, İslam ümmetinin bakiyesi gruplar arasında mezhebî ve batınî sapmalara sahip olunsa da; Kur’an’ın önceliğine, “üsve-i hasene” olan Allah’ın son Elçisi’ne bağlılık mevzuunda; namaz, hacc, ahiret inancı, tesettür ya da faizin haramlığı gibi İslam’ın esaslarından olan temel konularda mutabakat vardır. İslami grupların aralarındaki tüm ihtilaflara rağmen son senelerde Avrupa’da ajitasyona yönelik Kur’an-ı Kerim yakma eylemlerine karşı anasır-ı İslam’ın tümü müşterek tepki içinde olmuşlardır. Ancak gerek İslami kitlesel potansiyelimizde gerek İslami hareketlerde İslam ve fıtrat karşıtı zulüm, baskı, tezyif ve şiddet olaylarına karşı insiyaki olan anlık tepkiler gösterilse de -ki İslami duyarlılığı ifade eden bu tarz toplu ve dağınık tepkiler, İslami hassasiyetleri yaşatmak için çok değerlidir-; düşmanlık ve ifsad temelli bu problemler “şûrâ’ya ehil fakihlerimizden, ‘rasihun’dan, ‘ulu’lelbab’tan ve ümmetin genel işleri ve sorunlarıyla ilgilenen yetkililerden oluşan”9 bir “ulu’l-emr heyetimiz”e götürülememiştir. Zira Rabbimizin emri olduğu halde tarihi süreç içinde ihmal edilen böyle bir müessese, bağlayıcı nitelikte uzun yıllardan beri yoktur. 19. yüzyıldan bu yana mesafe kat etmeye çalışan tüm ıslah, ihya ve inşa çabalarına rağmen bu kurum veya kurumlar gereğince oluşturulamamıştır. Şekilsel bir gayretin ifadesi olan Uluslararası Alimler Cemiyeti ise halkı müslim olan ulus devletlerin yeteri kadar inisiyatifi dışında değildir; işlevsel gücü yoktur; etkisi, saltanat değerlerini öne çıkaran sembolik hilafet kurumuna benzemektedir.
“Ulu’l-emr heyetimiz”in olmaması veya Hâkim en-Nîsabûrî (ö. 1014) ve Fahreddin Razi (ö. 1209) tarafından belirtilen kurumlaştırılmış bir “Ehlu’l-Emrve’l-akd” müessesesinden10 uzaklaşılması, yaşanan ve tarihten akıp gelen en önemli şer’i eksikliklerimizden veya yanlışlarımızdan birisidir. Dolayısıyla bu kurumların mevcut olmayan müşterek kararlarının yokluğu nedeniyle her bölge ya da cemaat veya çevre hatta birey tarihi sürecinde kendi kararını el yordamıyla kendi verdi ve hala da öyle devam ediyor. Bu yoksunluk da ilk başta İslami hareketlerin en önemli zaaflarındandır. Bugün de süren zaaflı hal budur. Dolayısıyla müşterek problemler karşısında alınan farklı kararların “varkalma” ve “yeniden varoluş” mücadelesini yürüten İslami oluşum ve hareketler arasında ihtilaflara sebep olması büyük ölçüde ortak bir şura mekanizmasına sahip olamadıklarından veya ulu’l-emr heyetini oluşturamamış olmaları nedeniyledir.
Tabii ki dağılmış ümmet çevrelerinde imkansızlıklar içinde olan veya usûlî olarak İslami algılamada farklı içtihad ve yorum ekollerinin tesirindeki İslami cemaat ve hareketlerin ıslah ve ihyaya muhtaç yanları olabilir. Ama İslami mücadele öznelerinin aralarındaki problemleri delaleti açık muhkem ayetler ve aslı Kur’an’da bulunan Resulullah’ın zamanı aşkın mütevatir/tartışmasız vakii sünneti rehberliğinde çözümlemeye çalışmalarının da yolu karşılıklı müzakere ve tearuf geliştirecek olan “şûrâ” formudur. Bu form içinde taraflar üç hali gözetmek durumundadırlar:
Birincisi; anlaştıkları konuları belirlemek. Bu tespitler yakınlık ve dayanışmayı geliştirecek en önemli imkânlardır.
İkincisi; müşterek düşmana, hayatımızı kuşatan Batılı hayat biçimine ve ümmet maslahatı açısından çözümlenmesi gereken fikri ve siyasi ortak müşküllere ortak çözümler bulmak veya kamuoyu oluşturmak açısından ortak eylem kararları almak. Ortak meselelerde ve ortak düşmana karşı aynı cephede tavır geliştirmeye çalışmak, bu salih amellere katılan mümin kişiler ve gruplar arasında dayanışma ruhunu ve ünsiyeti artıran en önemli imkândır.
Üçüncüsü; anlaşma sağlanamayan fikri, usûlî ve pratikle ilgili konuların hallini ertelemek veya daha donanımlı ve tahkik edilmiş olarak tekrar müzakere edilmek üzere rafa kaldırmak.
“Cahiliye”nin11 dijital ortamlardan, ekonomik ve siyasi alanlara kadar alabildiğine örgütlendiği 21. yüzyılda dehri, müşrik, la-dini fikri ve siyasi akımlarıyla kültürel ve askeri bütün coğrafyamızı ve neslimizi ve âlimizi kuşatırken muslihuna ve tüm İslami oluşum ve hareketliliklere şûrâyı ve ulu’l-emr heyetimizi oluşturma idealini yaygın ve örgün eğitim müfredatlarımızın en önemli konuları arasına almamız kaçınılmaz olmalıdır. Tabii ki asırlardır ihmal edilen Rabbimizin gösterdiği şûrâ yolu gecekondu vari bir acelecilikle hemen oluşturmayız ve ulu’l-emr emrini gerekli donanımlara sahip olmadan gerçekleştiremeyiz. Kurumlaşma hem şûrâya ehliyet hem müslim kitlelerin bu ibadi forma hazırlanması açısından zaman alacaktır. Ama en azından müşterek işlerimizde ve sorunlarımızda yaşanan bu eksikliğimizi, aramızda adil istişare ortamları ve koordinasyonları kurarak hafifletmeye çalışmalıyız. Ve müşterek işlerimizde istişare etmek sorumluluk ve hassasiyeti İslami oluşum ve duyarlılık sahibi herkesi ve hepimizi şûrâ ve ulu’l-emr ihtiyacını karşılayacak hazırlıklara sevk edecektir. İnşaallah.
Ebu’l Âla Mevdûdî (ö. 1979) “İslam’da Hükümet” kitabında çağımızda şûrâ ile yönetiminin eğitim ve katılım ile açılım beklediğini belirtmiştir.12 Fas’ta “Tevhid ve Islah Hareketi” başkanlığını yapmış olan Ahmed Raysuni, “Şûrâ” kitabında13 Nahda Hareketi lideri Raşid Gannuşi, “İslam Devletinde Kamusal Özgürlükler”14 kitabında konunun çağımız şartları içinde yeniden ele alınması ve müzakere edilmesi hususunda hem çaba sarf etmişler hem teşvikte bulunmuşlardır.
Bu bağlamda fikri ve siyasi ihtiyaç hissettiğimiz konuların müzakerelerini yapmak ve uzun erimli olarak bu müzakereler süreciyle birlikte örnek bir şûrâ meclisine adım atabilmek idealimiz olmalıdır. Bu konuda ıslah, ihya ve inşa yürüyüşümüzde bulunan inceleme-araştırma,........
© Haksöz
