menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Gönüllerin Şehri Mevlana Şehrinde İçsel Bir Yolculuk

11 0
17.09.2025

Cuma günü saat 16.00’da yolculuk duamızı okuyarak Konya’ya doğru yola çıktık. Daha ilk andan itibaren gönüllerimizi aydınlatan sohbetler eşlik etti bize. Önce birbirimizi tanıdık, sonra Necmi hocamız Ashab-ı Kehf kıssasını anlattı. Putperest bir hükümdarın zulmünden kaçıp mağaraya sığınan o imanlı gençlerin hikâyesi, yolun sessizliğinde kalplerimize işlendi. Onlara yolda katılan çoban ve köpeği Kıtmir’in sadakati, rivayetlere göre mağaranın önünde sabırla bekleyişi, Allah’ın onları korumak için güneşi yönlendirmesi ve sağa sola çevirtmesi… En çok da üç yüz yıl uykudan uyandıklarında ilk sordukları ‘namaz geçti mi?’ sözü ruhumuzu derinden sarstı. Zamanın akışı, dünya nimetleri ve korkular bir yana; Allah’ın huzurunda aslında en mühim olan ibadetin sadeliği ve samimiyetiydi. Hayatın hızına kendimi kaptırırken bu kısmı çok atladığımı fark ettim. Bu kıssa, daha şehre varmadan Konya yolculuğumuza bir manevi anlam yükledi. Yolculuk esnasında duyduğum ve gönlümde iz bırakan bir söz de Şems-i Tebrizi’ye aitti: ‘Gönül âyinesin sûfî, eğer kılar isen sâfî, açılır sana bir kapı, ayân olur Cemâlullah…’ Bu beyit, bir hikâyenin içinde anlatıldığında kalbime daha da işledi. O günden beri, ne kadar farklı ilahi dinlesem de dilimde sürekli bu sözleri tekrar eder buluyorum kendimi.

Gece 03.30’da Konya’ya vardığımızda ise, bizi Mevlâna’nın şehre kattığı o derin renk ve huzur karşıladı. Sanki gecenin sessizliği, Mevlâna’nın çağrısıyla birleşip kalplerimizi dinginliğe davet ediyordu. Misafirperverlikle kapılarını açan kız kursuna yerleşip dinlenmeye çekildik. Sabah namazı ve işrak vaktinin ardından gönlümüzü huzurla doldurmuş olarak yeni bir güne hazırlandık.

Ertesi sabah bizi, konukseverlikleri ve güler yüzleriyle Çiftçi ailesi kahvaltıda ağırladı. Sofrada çeşit çeşit lezzetler vardı; her lokması sadece damakta değil, gönülde de bir iz bırakıyordu. Tanışmamız kısa sürse de, birbirinden kıymetli insanlarla bir araya gelmek bana yeni ufuklar kazandırdı.

Kahvaltının ardından ilk durağımız Tavus Baba Türbesi oldu. Türbenin taş duvarları ve çevresindeki sessizlik, insana yalnızca huzur değil, kalbin kendi sesini daha berrak duyabilme imkânı da sunuyordu. Rivayetlere göre Hazreti Mevlâna, Tavus Baba’dan ney dinlemişti. Bir gün, evinden yükselen ney sesi kesilince kontrol için gidilmiş, odasında bir yığın tavus kuşu tüyü bulunmuştu. Kendisinden bir daha haber alınamayınca, tüyler aynı yere gömülmüş ve türbe inşa edilmişti. Bu sebeple isminin ‘Tavus Baba’ olduğu söylenir.

Türbede yatan zatın kim olduğu yüzyıllardır tartışma konusu… Bazı rivayetlerde Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat’ın daveti üzerine Hindistan’dan gelen Şeyh Tavus Mehmet’ten söz edilir. Bazı anlatılarda ise Hindistan’dan gelen bir kadın dervişin, Mevlâna ile manevi bağ kurduğu, vefatının ardından rebabı ve tavus tüyleriyle birlikte gömüldüğü söylenir. Bektaşi geleneğinde ‘Tavus Baba’, bazı Mevlevî kaynaklarında ise ‘Tavus Ana’ olarak anılması bu gizemi daha da artırıyor.

Tavus Baba’nın aslında bir kadın evliya olabileceğini ilk kez duymuştum ve bu bilgi beni çok şaşırttı. Konya’ya birçok kez gitmiş olmama rağmen burayı ilk kez ziyaret edişim, kalbimde ayrı bir iz bıraktı. Hem manevi derinliği hem de çevresel güzelliğiyle burası, gönlümü bambaşka bir dinginliğe sürükledi.

Kahvaltının ardından yolumuz Alâeddin Tepesi’ne düştü. Konya’nın kalbinde yükselen bu tepe, yalnızca şehrin değil, aynı zamanda tarih ve maneviyatın da merkezlerinden biri. Kısa bir yemek molasından sonra Alâeddin Camii’ye doğru ilerledik. İçeri girdiğimizde, ahşap mihrabın ve minberin üzerindeki turkuaz işlemeler gönlümü ferahlattı.

Konya’nın en eski ve en büyük camisinde, adeta Selçuklu’nun ruhu hâlâ nefes alıyordu. Bu ulu mabed, Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkenti olan Konya’da, Alâeddin Tepesi’nin kuzeyine inşa edilmişti. Caminin avlusunda II. Kılıçarslan ve I. İzzeddin Keykavus’un yaptırdığı türbeler yükseliyordu. II. Kılıçarslan’ın türbesi, kendisinden sonraki yedi sultanın daha kabriyle birlikte adeta bir Selçuklu yadigârıydı. Yanında ise I. İzzeddin Keykavus’un yaptırmaya başladığı fakat tamamlanamayan yarım bir türbe bulunuyordu.

Selçuklu Sultanları’nın medfun olduğu bu mekânda, halk arasında üç peygamberin de yattığına dair rivayetler anlatılır. Bu inanç, tepeye adım atan her gönülde ayrı bir huşu uyandırır. Üzücü olan ise, bu kadim tarihin hakkıyla korunamaması… Yüzyıllık hatıraların üzerine gölge düşüren çirkin bir kulenin yükselmesi, maneviyatla yoğrulmuş bu manzaraya yara gibi saplanıyordu. Tarihin ihtişamını seyretmek isterken gözümüze takılan bu beton yığını, bize zamanın sadece geçmişi değil, bugünü de imtihan ettiğini anlatıyordu.

Bir sonraki durağımız Darü’l-Mülk Sergi Sarayı oldu. Uzun soluklu ve titiz çalışmalar sonucunda DNA kodları........

© Habername