Mezhepçilik itikadi sapmadır
İster fıkhi ister itikadi olsun, mezhepler tarihi ilginç gelişmelerle dolu. Öyle ki kendi mezhebini “Din” yerine koyan herkes diğer mezhep mensuplarını sapıtmakla suçlamış. Hâlbuki hangi mezhep olursa olsun ileri sürülen fikirler o mezhep imamının şahsi görüşüdür ve beşeridir. Beşeri olanın mutlak doğru olması da düşünülemez. Mutlak doğru “İçinde asla şüphe olmayan Kur’an’ın” muhkem ve manası apaçık olan ayetleridir. Zaten dinin temeli de Kur’an’dır ve Resuller de Allah’ın onlara vahyettiği ilkelerden (Zebur, Tevrat, İncil, Kur’an) oluşan vahyi önce yaşamış sonra da ümmetlerine tebliğ etmişlerdir.
Mezheplerin varlığı çizgi aşılmadığı müddetçe bir zarurettir ve ümmet için kolaylıktır. Ancak hiçbir mezhep imamı kendi fikirlerini veya çıkardığı fıkhi hükümlerin din yerine ikame edilmesini istemez/isteyemez. İsterse bu mezhebini, beşeri olan düşüncesini din ilan etmektir ki aklı başında, Kur’an ışığında aklını çalıştıran hiçbir alim/müçtehit böyle bir vartaya düşmez. Bu anlamda mezhepçilik yapmak itikadi bir sapmadan başka bir şey de değildir.
“Ehl-i Sünnet” diye meşhur olan mezhepler (Fıkhi alanda “Hanefi, Şafi, Maliki, Hanbeli”, itikadi alanda Eşari, Maturidi, Selefi”) yedi mezhepten oluşan bir topluluğa Resulullah’tan iki yüz yıl sonra verilen isimdir. Ne hikmetse bu kavram kendini “Ehl-i Sünnet” sayanlar tarafından adeta kutsallaştırılmış ve eleştirilmez, yanlış yapmaz ve hatta dinin kendisi olarak lanse edilmiştir. Hâlbuki Ehl-i sünnetin önemli imam saydığı İmam-ı Şafi, eserlerinin bazılarında, “Bu kitaptakiler Şafi’nin İslam’dan anladığıdır, eşittir İslam değildir.” Diyerek bağlılarını ikaz etmiş ve önemli bir tehlikeden uzak tutmaya çalışmıştır.
“Ehl-i Sünnet” diye anılan hiçbir mezhebin imamı “Ben kendi adımla anılan bir mezhep kurdum. Benim kurduğum mezhep haktır, tek doğrudur.” Dememiştir. Ancak bu mezheplerin tabileri aynı hassasiyeti göstermemiş ve kendi mezheplerini din yerine ikame ederek başka mezheplerin sahiplerini ve saliklerini “din dışı” ilan etmekten çekinmemişlerdir.
Bu din dışı ilan etmeler sadece mezhep mensupları arasında olmamış, aksine mezhep imamı diye meşhur olan kişiler arasında da kıyasıya bir yarışa ve suçlama söz konusu olmuştur. Mesela “Ehl-i Sünnet mezhep” diye bilinen Şafi, Maliki ve Hanbeli mezhep imamları yine Ehl-i Sünnet mezhebinin büyük imamı diye anılan ve bundan dolayı lakabı “İmam-ı Azam” (Büyük İmam) denilen Ebu Hanefi’yi dinin dışına çıkmakla, hadis inkâr etmekle, Kur’an ve hadis cahili olmakta vs. suçlamışlardır. Gerçekte bu tür suçlama sebeplerinin başında Ebu Hanife’nin kendilerinden farklı bir hadis anlayışına sahip olması gelmektedir.
Ebu Hanife, “Bir sözün ravisinin sağlam olması onun hadis olarak kabul edilmesine yetmez. Rivayet edilen metninde Kur’an’ın muhkem ayetleriyle çelişmemesi gerekir. Resulullah Kur’an’a aykırı söz söylemez. Böyle bir söz var ve ona hadis deniliyorsa o uydurmadır. Bu sebeple hadisler Kur’an’a arz edilmeli, Kur’an’dan tasdik gören ve ravisi sağlam olanlar hadis olarak alınmalıdır.” Şeklinde özetlenen bir hadis anlayışına sahiptir. Sırf bu anlayışından dolayı adı geçen ve “Hadis ehli” olarak bilinen üç Ehl-i Sünnet mezhep imamı (Şafi, Maliki, Hanbeli) Ebu Hanife’ye çok ağır ithamlarda bulunmuşlardır. Bu saldırılar sadece bu üç imamla kalmamış, onları takip eden çok meşhur kişiler de Ebu Hanife’ye ağır ithamlarda bulunmuşlardır. Ebu Hanife bu sebeplerden dolayı Emeviler döneminde zulüm gördüğü gibi Abbasiler döneminde de zulüm görmüş ve cezaevinde fikirlerinden dolayı öldürülmüştür.
Ebu Hanife akla verdiği önemden dolayı “Rey ehli” olarak bilinir. Metin açısından Resulullah’ın söylemediğine inandığı hadisleri kabul etmeyen ve bunlara aykırı fetvalar vermekten çekinmeyen Ebu Hanife’nin bu şekilde diğer hadisçilerin hadis olarak kabul ettikleri iki yüz kadar rivayete aykırı hareket vermiştir. Bu sebeple hadisleri dinde “mutlak nass” gören hadisçiler tarafından şiddetle tenkit ve tekfir edilmiştir.
Ebu Hanife’nin hadis alanındaki düşüncelerini şöyle ifade etmiştir:
”Tekzip etmek, ancak ‘Ben Resulullah’ın sözünü yalanlıyorum,’ diyen kimsenin yalanlamasıdır. Lâkin bir kimse ‘Ben Resulullah’ın söylediği her şeye iman ederim, fakat o kötülük yapılmasını söylemedi, Kur’an’a da muhalefet etmedi’ derse, bu söz o kimsenin, Resulullah’ı ve Kur’an-ı Kerim’i tasdik etmesi; Allah’ın Resulünü, Kur’an’a muhalefetten tenzih etmesidir. Eğer, Resulullah, Kur’an’a muhalefet etse ve Allah için hak olmayan şeyleri kendiliğinden uydursa idi, Allah onun kudret ve kuvvetini alır, kalp damarını koparırdı. Nitekim bu husus Kur’an’da şöyle belirtilir:
‘Eğer peygamber söylemediklerimizi bize karşı, kendiliğinden uydurmuş olsa idi, elbette onu kuvvetle yakalar, sonra da kalp damarını koparıverirdik. Sizin hiçbiriniz de buna mâni olamazdı.’ (Hâkka, 45-47)”
Ebu Hanife erken dönemde İslam’ın ruhunu en iyi anlayan âlimlerden biridir. Bu sebeple İslami konulara getirdiği farklı bakış açılarıyla birçok âlimden ayrılır. O’nun düşünce metodunu daha sonraları sistematik bir biçimde İmam Maturidi kategorize etmiş ve bu akim........
© Habererk
