menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Neo mandacılar

7 9
yesterday

Büyük savaşın hemen sonrasıydı.

Pek çok ülkenin talan olduğu dört yıllık kapışma sona ermiş, ateşkes yapılmış, silahlar susmuştu.

Sıra paylaşmaya gelmişti. Yeni bir düzen kurulacak, yeni haritalar çizilecek, yeni hâkimiyet sahaları oluşacak, yeni dengeler konuşulacaktı.

Tüm dünyada ihtirasların, korkuların ve umutların iç içe geçtiği günler yaşanıyordu.
1919 yılının Ocak ayında, Fransa’nın başkenti Paris’te büyük bir konferans toplandı.
Konferansa her ne kadar 32 devletten temsilci katılmış olsa da aslında karar verici dört ülke vardı: İngiltere, Fransa, İtalya ve Amerika...

Savaşın galipleri onlardı. Haritaları onlar çizecek, zenginlikleri onlar paylaşacak, pastanın kremasını onlar yiyecekti.

Konferans bir yıla yakın sürdü.

Tarihleri, sömürge serüvenlerinin aç gözlülüğü ve acımasızlığıyla bezeli bu ülkelerden boş yere insanlığa huzur ve adalet getirmeleri beklendi. Aylarca hem dünyanın hükümet merkezi, hem temyiz mahkemesi hem de parlamentosuymuş gibi hareket etseler de geriye sadece öfke ve hayal kırıklığı bıraktılar.

Hâlbuki beklenti farklıydı. ABD Başkanı Wilson tarafından dile getirilen “halkların kendi kaderlerini tayin hakkı” ve “savaş sonrasında toprak kazanılmaması” ilkeleri, özellikle mağlup devletlerde yeni umutlar uyandırmıştı. Söz konusu ilkelerin, doğrudan işgal, koloni veya sömürge yollarını kapatacağına inanmışlardı.

Bu heyecanla Türkiye dâhil birçok ülkede “Wilson Prensipleri Derneği” kurulmuş, diplomatik temsilciler bu prensiplerden hareketle topraklarının bütünlüğünü savunmaya başlamışlardı.

Ne var ki; emperyalist ülkelerin sömürge siyasetinden vazgeçmeyeceğini görmek için fazla beklenmedi.

İngiliz siyaseti, ağırlığını kendilerinden yana koyarak savaşın kazanılmasını sağlayan, savaş sırasında da muazzam para yardımı yapan Amerika Başkanının “toprak kazanılmama” ilkesini küçük bir kelime oyunuyla aşmakta gecikmedi.

Dünya kamuoyu yeni bir kavramla tanıştı: “Manda Rejimi...”

Manda, “iktisadi ve sosyal açıdan yetersiz, bağımsız olarak ayakta kalamayacak kadar zayıf bir ülkenin, güçlü bir devletin idaresine bırakılması” anlamına geliyordu.

Mandater ülke, himayesine alacağı ülkeyi onun rızası ve karşılıklı anlaşmayla kabul edecek, orayı kendi toprağıymış gibi yönetecek, geliştirecek, üstelik bunu Cemiyeti Akvam adına onun denetimi ve gözetimi altında yapacak, günü geldiğinde de çekilecekti.
“Dünyanın geri kalmış bölgelerini geliştirip halklarını eğitmek...” Bu, masum ifadeler, güzel amaçlarla süslenmiş bir iyilik hareketinin önsözü gibiydi.

Mandayla birlikte Cemiyet-i Akvam’ın kurulması da

© Haber7