Söz medeniyeti: Kelamla dirilmek, ahlakla yücelmek
İnsanı insan yapan en kıymetli hasleti nedir? Yalnızca düşünmek mi, yoksa düşündüğünü kelimelere dökerek bir medeniyet inşa edebilmek mi? Yeryüzündeki yolculuğumuzun anlamı tam da bu sorunun cevabında gizlidir.
Tarih boyunca insan, varlığını önce kelamla ortaya koydu; sonra bu kelamı kalemle ebedîleştirdi. Söz, hakikati görünür kılan bir diriliş nefesiydi; kalem, o nefesi çağlar boyunca taşıyan bir emanetçi. Böylece insan, kelamla dirildi; sözle uyandı, sözle yüceltti varlığını, sözle kurdu medeniyetini.
Bugünün gürültülü çağında yeniden dirilmek; sözün en güzeli olan hakikati dile getirmek, güzel sözle konuşmak, sözü yazıyla kayıt altına almak, amelle pekiştirip ahlakla yüceltmekle mümkündür; zira medeniyet dediğimiz şey, aslında bu dört temel üzerine yükselir: kelam, kalem, amel ve ahlak.
SÖZ VERMİŞTİK ÂLEM-İ ERVAHTA
İnsan, düşünen ve söz sahibi olan bir varlıktır. Onu, beşer olmaktan insan olmaya taşıyan en kıymetli hasleti sözüdür, kelamıdır, konuşmasıdır.
İlk söz, âlem-i ervahta verilmişti: “Elestü bi Rabbikum – Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına verilen “Belâ – Evet, Sen bizim Rabbimizsin” cevabı (A’râf, 172) insanın varoluş yolculuğuna damgasını vurdu. Bu ahitle başlayan sözün yolculuğu, ilk insan ve ilk peygamber Hazreti Âdem ile hanımı Hazreti Havva’nın dünyaya inişiyle yeryüzünde kelamla vücut buldu, vahiy ile kemale erdi, kalemle kayıt altına alınarak muhafaza edildi.
BEYAN NİMETİYLE GELDİK DÜNYAYA
Allah Teâlâ, insana konuşmayı, anlamayı ve anlatmayı öğretmiştir. Rahmân Suresi’nde şöyle buyrulur:
“Bütün kemal sıfatların sahibi olan Rahman, Kur’an’ı peyderpey öğretti. İnsanı yarattı, ona beyanı (anlama ve anlatmayı) öğretti.” (Rahmân, 1-4)
Bu ayetler, insanın iletişim yetisinin ilahi bir lütuf olduğunu vurgular. Beyan, konuşmakla birlikte anlama, düşünme ve ifade etme yetisidir. İnsan kelimelerle sadece iletişim kurmaz; duygusunu, düşüncesini ve hakikati aktarma becerisiyle hem kendini hem de çevresini şekillendirir. Beyan, insanın duyduklarını kavrayıp hikmetle ifade edebilmesi, yanlışla doğruyu ayırt edebilmesi ve en önemlisi hakikati anlatabilmesidir.
BİR KUTLU SÖZE BAĞLANMAK
Vahiy, insanın omuzlarına sorumluluk yükleyen ağır bir emanettir. “Gerçekten senin üzerine ‘oldukça ağır’ bir söz (vahy) bırakacağız.” (Müzzemmil, 5) ayet-i kerimesi, hak sözün taşıdığı ilahî yükün ve sorumluluğun büyüklüğünü hatırlatır.
İnsanın yaratılış amacını bir kutlu söz dile getirir:
“Lâ ilâhe illallah” – Allah’tan başka ilah yoktur. Bu söz, bütün peygamberlerin davetinin ortak özüdür; varlığın anlamını, kulluğun gayesini ve insanın yeryüzündeki sorumluluğunu özetler. Tevhidin bu özlü beyanı, insanı inanmaya ve hayatını bu inanç üzerine kurmaya çağırır.
Peygamber Efendimiz de risaletinin ilk günlerinden itibaren insanları bu sözün etrafında toplanmaya davet etmiş, “Lâ ilâhe illallah deyin, kurtuluşa erersiniz.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/492) buyurarak kurtuluş yolunun bu sözden geçtiğini ilan etti.
Gönderilen bütün peygamberler, Hakk’ın sözünü tanımlamak ve güzel ahlâkı tamamlamak üzere görevlendirildi. Amaç, insana unuttuğu sözü hatırlatmak, âlem-i ervahta verilen sözü yaşamak ve yaşatmaktı. Bu çağrı, insanlığı birleştiren ve hakikat ekseninde buluşturan en temel davet olmaya devam etmektedir.
DALLARI GÖKTE BİR SÖZ AĞACI
Kur’an-ı Kerim, sözün bir iletişim aracı olmasının yanı sıra ve daha da önemli olarak bir inşa ve yıkım vasıtası olabileceğini iki kelimenin farkını ortaya koyarak açıklar: kelime-i tayyibe ve kelime-i habîse. Kelime-i tayyibe tevhidi ifade eder, hakikati, adaleti ve rahmeti temsil eder; kelime-i habîse ise bâtılın, zulmün ve yalanın sembolüdür. İnsanlık tarihindeki tüm çatışmalar da güzel söz ile çirkin söz üzerine kuruludur; zira bu çatışma, hakikat ile yalanın, tevhid ile şirkin, hak ile bâtılın asırlardır süregelen mücadelesinin bir tezahürüdür. İnsanın iç dünyası, hangi sözü büyüttüyse oraya yönelir; medeniyetler de sözün mayasıyla kurulur ya da çözülür. Kur’an-ı Kerim bu hakikati şöyle misallendirir:
“Allah’ın nasıl bir misal getirdiğini görmedin mi? Güzel sözü, kökü yerin derinliklerinde sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzetti. O ağaç, rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir… Kötü sözün misali de kökü yerden sökülmüş, ayakta duramayan kötü bir ağaçtır…” (İbrâhim, 24-27).
Bu benzetme, sözün kalıcı etkisini ve topluma olan faydasını anlatır. Tıpkı bir ağacın kökleriyle toprağa sıkı sıkıya tutunması gibi, söz de insanın kalbinde sağlam bir yer edinir. Dalların göğe yükselmesi, onun sürekli gelişimini ve semaya yönelişini gösterir; söz de insanı yücelten, hayırlı amelleri çoğaltan bir etkiye sahiptir.
Güzel sözden maksat, tevhid sözüdür ve kelime-i şehadettir. Bu söz; güçlü, sarsılmaz ve bereketli bir hakikattir. Bâtılın rüzgârları ne kadar sert esse de onu sarsamaz, köklerinden koparamaz. Onun meyveleri ise salih ameller ve güzel ahlâktır. Bütün insanlığın iyiliği için yeşeren söz ağacımız; kökleri sağlam, dalları göğe uzanan, gölgesiyle insanlara huzur veren bir medeniyet anlayışının temelidir. Bir ağacın yeşil kalması için düzenli sulanması gerektiği gibi kalpteki iman da faydalı ilim, salih amel, zikir ve tefekkürle beslendiğinde güçlü kalır. Peygamberimizin şu uyarısını unutmayalım: “Elbise nasıl yıpranır eskirse, kalpteki iman da öylece yıpranır, eskir. O hâlde imanınızı Kelime-i Tevhit (Lâ ilâhe illallah) ile daima tazeleyin.” (Hâkim, el-Müstedrek)
KUR’AN’DA SÖZÜN İKİ YÜZÜ
Kur’an-ı Kerim, sözün hem gönülleri dirilten hem de yıkıcı olabilen yönlerini kavramlarla öğretir. Güzel söze dair kavramlar, sözün insanı ve toplumu nasıl inşa ettiğini gösterirken kötü söze dair kavramlar, dilin ne kadar yıkıcı olabileceğini hatırlatır.
Gönle Dokunan Sözler
Kavl-i hasen (Bakara, 83): İnsanlara yöneltilen güzel ve yumuşak söz.
Kavlün ma‘rûf (Bakara, 263- Nisâ, 5,8): Gönül incitmeyen, doğru, fitneye yol açmayacak şekilde söylenen güzel söz.
Kavlen belîgâ (Nisâ, 63): Gönüllere tesir eden, derin ve etkili söz.
Kavl-i ‘adl (En‘âm, 152): Adaletli, dengeli ve ölçülü söz.
Kavlen kerîmâ (İsrâ, 23): Anne-babaya karşı saygılı ve iltifatkâr söz.
Kavlen meysûrâ (İsrâ, 28): Muhtaçlara verilecek bir şey olmadığında gönül alıcı, tesellî edici söz.
Kavlen leyyinâ (Tâhâ, 44): Zalimin kalbini yumuşatacak, nazik ve yumuşak söz.
Kavl-i tayyib (Hac, 24; İbrahim 14/24-26): En güzel söz; tevhid sözü, kökü yerde dalları gökte sağlam ağaç benzetmesi.
Kavlen sedîdâ (Ahzâb, 70): Dosdoğru, sağlam ve Hakk’a uygun söz.
Bu kavramlar, sözün hem dilde hem kalpte yankı bulması gerektiğini ve hakikatin güzel bir üslupla aktarılmasının medeniyetin temel direği olduğunu hatırlatır.
Yaralayan Sözler
Kavl-i sû’ (Nisâ, 148): Kötü ve incitici söz.
Kavl-i zuhruf (En‘âm, 112): Aldatıcı, süslü ve temelsiz söz.
Kavl-i zûr (Hac, 30): Yalan ve gerçeğe aykırı söz.
Kavl-i lahn (Muhammed, 30): Eğip bükülmüş, yaldızlı ama yanıltıcı söz.
Kavl-i münker (Mücâdele, 2): Akla sığmayan, çirkin ve asılsız söz.
Bu uyarılar, dilin yanlış kullanımının kişisel ve toplumsal felaketlere yol açabileceğini açıkça gösterir. Kur’an, insanı sadece “güzel söz”e çağırmakla kalmaz; sözün kirlenmesini de münker olarak tarif eder ve dili emanet bilinciyle kullanmayı öğütler.
MEDENİYETİMİZ, TEVHİD SÖZÜ ÜZERİNE BİNA EDİLDİ
Tevhid; Allah’ın birliğini kabul etmekle birlikte, hayatın her alanında adaleti, hikmeti ve merhameti esas alan bir hayat inşa etmektir. İlimden sanata, ahlâktan hukuka kadar bütün alanlarda tevhid bilinci, birlik ve beraberlik ruhunu besledi. Farklılıkları vahdet içinde bir zenginlik olarak gören yaklaşım toplumda barış ve huzurun teminatı oldu.
Bu bütüncül bakış, tevhidin yalnızca inançla sınırlı bir ilke olmadığını; söz, davranış ve tavırla hayatın her alanına yansıyan bir hakikat olduğunu gösterir. Tarih boyunca bu hakikat, peygamberlerin dillerinde hak söze dönüşerek zulme meydan okudu, hem insanın iç dünyasında hem de toplumda inşa eden bir diriliş çağrısına dönüştü.
Hazreti İbrahim’in cesaretle dillendirdiği hak söz, Nemrut’un saltanatını titretti. O, tevhidin güneşini bütün ihtişamıyla parlatırken Nemrut bu parıltıyı karartmak için yakıcı alevleri çağırdı; ancak hakikat, ateşleri bile söndüren bir söz oldu. “Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol!” (Enbiyâ, 69) emriyle Nemrut’un tutuşturduğu cehennem, bir anda gül bahçesine dönüştü. O gün, yakıcı alevleri sönmüş bir zalim ve hakikatle serinlemiş bir peygamber vardı sahnede; evet hak söz, bazen bir ateşi söndürür, bazen bir kalbi tutuşturur.
Hazreti Musa, zalim Firavun’un karşısına “kavl-i leyin” yani yumuşak bir sözle çıktı. Bu yaklaşım; hakikatin vakarını, tebliğin zarafetini ve imanın gücünü temsil ediyordu. Musa aleyhisselam, sözüyle bir saltanatı sarsacak kadar güçlü bir daveti dillendirdi: Zulmün gölgesinde ezilen bir halkın özgürlüğünü ve Allah’ın birliğini haykırdı; fakat Firavun, bu sözü bastırmak, etkisizleştirmek ve unutturmak için zulme başvurdu. Zorbalıkla hakikati susturacağını sandı; baskılar, tehditler, büyücüler ve ordular devreye sokuldu; ancak hak söz, Firavun’un bütün tehditlerini aşan bir direnişe dönüştü. O sözde Rabbimizin kudreti, bir peygamberin sadakati ve mazlumların duası vardı. Zulüm, sözün karşısında büyüyemedikçe daha da öfkelendi; fakat Musa’nın dilinden dökülen her kelime, bir başka kalbi uyandırıyor, bir başka vicdanda yankı buluyordu. Firavun sarayında saltanatını sürerken Musa halkın gönlünde cesur bir lider ve hakikat yolunun önderi olarak gönüllerde taht kurdu. Böylece hakikatin sözü, zorbalığın en kalın perdelerini bile delip geçen bir diriliş çağrısına dönüştü.
Hazreti İsa’da söz mucize boyutuna ulaştı. “Ol!” emriyle yaratılan Hazreti İsa, Allah’ın kelimesi yani sözü olarak tanımlandı Kur’an-ı Azîmüşşan’da, babasız dünyaya gelen mucize bir bebek olarak. “Muhakkak ki Îsa’nın babasız dünyaya geliş hâli de, Allah katında Âdem’in hâli (topraktan, anasız-babasız yaratılması) gibidir. Allah, Âdem’i topraktan yarattı, sonra ona (insan) Ol! Dedi. O da, hemen (insan) oluverdi.” (Al-i İmran, 59) Sağır kulakların hak söze duyarsızlıklarına, beşikteyken söylediği sözlerle karşılık veren Hazreti İsa sözün ilahî boyutunu, insanı acze düşüren bir tesirle gündeme getirdi.
Cevâmiu’l-kelim olan Peygamberimizin Mekke sokaklarında yankılanan kutlu kelamı, karanlık dünyaları aydınlatan bir nur, sönmüş gönülleri tutuşturan bir çerağ oldu; ancak bu söz, sadece bir davetten daha fazlasıydı, zulme, sapkınlığa, adaletsizliğe karşı bir itirazdı. Bu yüzden susturulmak istendi. Müşrikler, o kutlu sözü engellemek için her yolu denediler. Boykot ilan ettiler, işkenceye başvurdular, iftira attılar, hicvettiler, yurtlarından sürdüler; lakin bu söz, hiçbir baskıyla sönmedi, bilakis her engelde daha da yankılandı, zulmü titreten bir adalet çağrısı oldu.
Yıllarca süren baskıların ardından hicret gerçekleşti. Söz, Mekke'de bastırılmak istenirken Medine’de bir toplumu inşa etti ve gün geldi, o sözün sahibi hicret ettiği şehre yine sözle döndü. Mekke, kılıçla değil; rahmetle, merhametle ve affedici bir kelamla fethedildi“Bugün size bir ayıplama, bir kınama yok. (Ben hakkımı çoktan helâl ettim.) Allah da sizi bağışlasın. Çünkü O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.” (Yûsuf, 92) hitabı, tarihe sözüyle yön veren rahmet peygamberinin izini bıraktı.
Bütün bu örnekler, hakikatin sözüne karşı ne kadar baskı ve zulüm uygulanırsa uygulansın, onun aslında ilahî bir kudretle korunduğunu ve gönüllere kök salarak büyüdüğünü gösterdi.
Sözü ateşe attılar, sönmedi.
Sözü sürgün ettiler, kaybolmadı.
Sözü hapse attılar, susmadı.
Sözü değiştirmeye çalıştılar, bozulmadı.
Sözü idam etmek istediler, ölmedi.
Sözün gücünün, Hakk’tan geldiğini bilmediler, bilemediler.
Gönülden çıkan hak sözlerdeki tesiri bozamadılar; zira gönülden çıkan söz, gönüle girer ve gönülleri fethederdi.
Mevlâna, gönülden çıkan güzel sözlerin tesirine dair şu güzel tespitte bulunuyor: “Candan, gönülden söylenen güzel sözler, dualar, niyâzlar, yakarışlar, Hakk’a doğru yükselir. Hakk’tan başka kimsenin bilmediği, bir yere kadar varır, ulaşır. Temizlenmiş ve arınmış olan nefeslerimiz, hoş sözlerimiz, yücelir, yücelir, bizden armağan olarak ölümsüzlük, sonsuzluk âlemine varır. Sonra sözlerimizin, niyâzlarımızın sevabı, Allah’ın rahmetinin bir eseri olarak kat kat çoğalarak bize gelir.” (Mevlânâ, Mesnevi, 882-886. Beyitler)
Bu bakış, bize hak sözün ve gönülden yapılan niyazın sadece insan kalbinde değil, ilahî düzende de yankı bulduğunu hatırlatır. İçten söylenen bir söz, gönüllere dokunmakla kalmaz; semaya yükselir, rahmetle yoğrulur ve yeniden sahibine bereket olarak döner. Böylece hakikatin sesi, zamanın ve mekânın ötesine geçerek kalıcı bir tesir bırakır. Gönülden doğan sözler de tıpkı gizli yapılan iyilikler gibi hem söyleyenin nefsini arındırır hem de muhatabın gönlünde iyiliğe ve umuda kapı açar.
SÖZDE SİHİR ETKİSİ VARDIR
Söz; insan ruhunu etkileyen, kalpleri harekete geçiren, düşünceleri dönüştüren derin bir kudrettir. Nitekim Peygamber Efendimiz, bir adamın etkileyici hitabetini işitince şöyle buyurmuştur:
“Şurası muhakkak ki sözde sihir etkisi vardır, şiirde de hikmet…” (Buhârî, Edeb 90)
Bu hadis-i şerif, sözün insana tesirini büyüyle kıyaslayacak kadar güçlü ve derin olduğunu ortaya koyar. Söz, doğru ellerde bir kalbi onarır, yanlış ellerde bir ömrü zehirleyebilir. Bu yüzden İslâm ahlâkı, sözün etkisini bir sorumluluk olarak görür. Hadis ve ahlâk kitaplarında dilin afetlerine geniş yer verilmesi, bunun en açık göstergesidir; zira ağızdan çıkan her kelime, kalbe tesir eder ve kul sorumluluğunu da........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Sabine Sterk
Robert Sarner
Andrew Silow-Carroll
Constantin Von Hoffmeister
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d