Bir gül yetiştirmek: Kur’an’ın ışığında insanın eğitimi
90’lı yılların başıydı; ufkumuzu açan, şuur kazandıran, gönlümüzün ve zihnimizin sınırlarını genişleten eserlerle tanıştığımız bereket yüklü o yıllar… Necip Fazıl’ın Çile’sinden ezberlediğimiz şiirlerle bir sevdaya tutulduğumuz, tefekkürün enginliklerine açıldığımız; Sezai Karakoç’un Diriliş mefkûresiyle medeniyetimizin köklerine yeniden can veren sese kulak verdiğimiz; İsmet Özel’in Üç Mesele’siyle modern dünyanın karşısına Müslümanca bir bilinçle meydan okumayı ve hakikat arayışının çetin sorularıyla yüzleşmeyi öğrendiğimiz; Muallim Mahir İz, Celâlettin Ökten, Nurettin Topçu, Hasan el-Bennâ ve Şeyh Ahmet Yasin’in örneklikleriyle de öğretmenliğin toplumları derinden etkileme gücünü fark ettiğimiz zamanlardı. “Yedi güzel adam”ın her biri, fikir ve şiirleriyle düşünce dünyamıza yön veren birer kılavuz gibiydi. İşte o isimlerden ikisi merhum Rasim Özdenören ve Erdem Bayazıt idi. Rasim Bey’in; “Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler” başta olmak üzere kaleme aldığı her eser, zihnimizin toprağına atılmış birer tohum misaliydi. Bu tohumların filizlenmesiyle düşünce dünyamız yavaş yavaş mayalandı, hayata bakışımız derinleşti, bize kendimizi ve asli vazifemizi hatırlattı. Onun “Gül Yetiştiren Adam” kitabı ise, zihnimde ve yüreğimde hep “güzel insanlar yetiştirmek” idealiyle özdeşleşti. O andan itibaren kendimi, gül yetiştiren adamların ferahlatıcı gölgesinden nasiplenmeye ve hayat yolculuğumda muhatap olduğum her insana, emanet edilen her öğrenciye, dokunduğum her gönüle; gülün zarafetini, inceliğini ve deruni hassasiyetini taşımaya adanmış bir misyona yakın hissettim. Şair Erdem Bayazıt’ın ise mısraları bu misyonu yüklenmeye talip olanlara hitap ediyordu:
“Şimdi siz taşıyorsunuz müjdenin kurşun yükünü
Çatlayacak yalanın çelik kabuğu
Sizin bahçenizde büyüyecek
İmanın güneş yüzlü çocuğu.”
Ümmi Sinan’ın dizelerinde dile gelen ideale sevdalanmıştım: “Gül alınıp gül satılan, gülden terazi tutulan, gülün gül ile tartıldığı, çarşı pazarı gül olan” bir hayat anlayışı… Ne acıdır ki, o günden bugüne yıllardır çarşı pazarı dikenler sarmış, güllerin yerini suskun ve yaralı kalpler almış durumda. İçinden geçtiğimiz çağın ateşleri altında yanmakta olan bu dünyanın, yeniden bir gül bahçesine dönüşebilmesi için, gül yetiştiren adamların adanmışlığına, sabırlı ve şefkatli gönüllerine, ilim ve irfan yüklü nefeslerine her zamankinden daha çok muhtaç olduğumuza tüm benliğimle inandım.
Bu kişisel ve manevi yolculuk, eğitim tasavvuruma sarsılmaz bir mihver kazandırdı: İnsan yetiştirmek bir nevi bahçe işçiliğidir, öğretmenlik de bu bahçenin emektar bahçıvanlığı; sabırla, şefkatle, hikmetle, derin bir sorumluluk bilinci ve disiplinle yürütülen bir ihya ve inşa faaliyeti. Bahçede her gülün rengi, kokusu, açma zamanı farklıdır; tıpkı her insanın mizacı ve istidadının farklı oluşu gibi. Bu bağlamda gerçek eğitim de tek tip, standart, soğuk bir kalıba sıkıştırılmış bir bilgi aktarımından öte bir ruhu, bir karakteri, bir kimliği ilmek ilmek dokuyan, sabırla işleyen kadim bir insanlık sanatıdır.
• KÂİNATIN DİLİ, EĞİTİMİN DE DİLİDİR
Kur’an-ı Kerim, yağmurdan toprağa, kökten dala uzanan tabiat tasvirleriyle insanın eğitimine dair en anlaşılır ve sarsıcı mesajları önümüze serer. Kâinatın dili, eğitimin de dilidir; çünkü kâinat (âlem-i kübra) büyük bir kitaptır, insan (âlem-i suğra) ise onun küçük bir nüshası ve özeti gibidir. Ehl-i irfanın ifadesiyle: “Kâinat büyük bir insandır; insan ise küçük bir kâinattır.” Büyük kitap olan kâinatta yazılı her hakikat, küçük kitap olan insanın ruhunda karşılığını bulur. Bu sebeple kâinattaki ayetleri okumak, insanı daha doğru yetiştirmenin yolunu aydınlatır. Ayet-i kerimede bu hakikat şöyle beyan edilir:
“Varlığımızın delilleri olan ayetlerimizi, ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet 53)
Bu ilahî çağrı, Mushaf-ı şerifin satırlarındaki ayetlerle kâinatın ve insan benliğinin derinliklerine nakşedilmiş kevnî ayetlerin aynı hakikatin parıltıları olduğunu hatırlatır. Böylece eğitimin dili, insanı çevreleyen her şeyi, tüm varlığı ve hayatı kuşatan bir şifaya dönüşür.
Evet bir çocuk, dünyaya bir tohum misali düşer. Mucizevi bir tohum, nasıl ki toprağa, suya, ışığa ve şefkatli bakıma muhtaçsa; çocuk da sevgiye, merhamete, rehberliğe ve temiz bir çevreye muhtaçtır. Tohuma ya da fidana gösterilen kayıtsızlık, bir kurumaya yol açarsa çocuğa gösterilen ihmal de bir ruhun solmasına, eşsiz bir potansiyelin heba olmasına ve toplumsal yapının geleceğinin kararmasına sebep olur.
Kur’an-ı Kerim, bu narin fidana nasıl bakmamız gerektiğini kâinatın diliyle bize öğretir. Hazreti Meryem’in yetişme süreci, bir insanın nasıl “güzel bir bitki” gibi yeşertilebileceğinin ilahî modelini sunar:
“Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulle kabul buyurdu; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriya’yı da onun bakımıyla görevlendirdi.” (Âl-i İmrân, 37)
Bu ayet-i kerime, insan yetiştirmenin tabiatla kurulan ahengini gözler önüne serer; her çocuk kabul olmuş bir duadır. İnsanın eğitim süreci de bir fidanı büyütmek ve bir gülü yetiştirmek gibidir. Bir bahçıvan bahçesine nasıl ihtimam gösteriyorsa eğitimci ya da ebeveyn de aynı titizlik ve aynı bilinçle hareket etmekle yükümlüdür.
Tohumdan filize, kökten dala, suyun azından çoğuna kadar her detay, eğitimin temel prensiplerine işaret eder. İşte bu yazı, her biri diğerini tamamlayan yirmi temel prensiple birlikte insan denen bu nadide çiçeği nasıl yetiştirmemiz gerektiğine dair Kur’ânî perspektiften bütüncül bir bakış açısı sunmayı amaçlıyor.
• DUA: EĞİTİMİN İLK NEFESİ VE İBRAHİMÎ MİRAS
Her çocuk, dünyaya gelmeden önce anne babasının yüreğinden yükselen bir dua ile karşılanır. Bu kutlu miras, insanlık tarihinin en köklü örneklerinden biri olan Hazreti İbrahim’de görülür. Kur’an-ı Kerim’de tek başına bir ümmet ve güzel örnek olarak anılan Hazreti İbrahim, neslinin ihyası için Rabbimize niyazda bulunur:
“Ey Rabbimiz! Bizi kayıtsız şartsız Sana teslim olan Müslümanlardan eyle ve neslimizden de sürekli Sana teslim olacak Müslüman bir öncü topluluk var et…” (Bakara, 128)
İbrahim aleyhisselamın bu nesil duası, asırlar sonra Sevgili Peygamberimiz ve onun seçkin sahabeleriyle kabul edilmiş, kıyamete kadar iman edenler için kabulü devam edecek bir dua olmuştur. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte “Ben atam İbrahim’in duası, kardeşim İsa’nın müjdesi ve annemin rüyasıyım” (Ahmed, Müsned, 4/127-128) buyurarak bu duanın tarihî ve manevi zincirine işaret etmiştir.
Hazreti Meryem’in annesi Hazreti Hanne’nin, karnındaki bebek için henüz dünyaya gelmeden önce yaptığı o içten yakarış da aynı mirasın bir yansımasıdır: “Ey Rabbim! Karnımdakini (doğacak olan bebeğimi) her türlü bağımlılıktan uzak, hür olarak sadece Sana (kayıtsız şartsız kulluk yapmaya ve mâbedin hizmetinde bulunmaya) adadım. Artık benden bu adağı kabul buyur. Doğrusu yalnız sen, (her şeyi) bilen, (her şeyi) duyansın.” (Âl-i İmran, 35)
Her anne baba çocuğu için hayaller kurar. Kiminin hayali çocuğunun iyi bir mesleğe sahip olmasıdır, kiminin hayali onun erdemli bir hayat sürmesidir. Kimisi evladının ilim yolunda derinleşmesini ister, kimisi yüreğinin iyilikle yoğrulmasını. Kimi, çocuğunun yaşadığı çevreyi, ülkesini ve tüm dünyayı aydınlatacak bir çerağ olmasını arzu eder.
Bu hayallerin her biri, aslında kalpten yükselen duaların dilidir. Ebeveyn, çocuğu için kurduğu her hayalde, farkında olmadan bir dua fısıldar. Bu dua bazen gecelerin sessizliğinde dillenir, bazen bir tebessümün içine saklanır, bazen de hiçbir kelimeye ihtiyaç duymadan gözlerden süzülür. Hazreti Hanne’nin duası, ihlas, takva ve maneviyatla yoğrulmuş iman ehli bir anne yüreğinin sembolüydü ve “Rabbi onu “güzel bir kabulle” kabul etti.” (Âl-i İmrân, 37)
Anne babaların kurduğu hayaller, aslında çocuğunun karakterini besleyen ve onun geleceğine yön veren birer manevi tohumdur. Bu tohumlar, doğru niyetle ekildiğinde ve sabırla sulandığında her çocuğun kendi fıtrî güzelliğiyle yeşermesine vesile olur.
Eğitim bu kutlu duayla başlar. Dua görünmez bir sulama, tohum toprağa düşmeden önce ona sunulan ilk hayat iksiridir. Bu niyaz yalnızca bir başlangıç değil, tüm yetiştirme sürecinin devam eden şartıdır. Bir öğretmenin sabır dolu duası öğrencisinin karakterine işler; bir annenin yakarışı çocuğunun ruhuna iner. Susuz bir tohumun filizlenememesi gibi manevi destekten mahrum kalan bir çocuk da hakikatiyle buluşamaz.
Her çocuğun hayatı dua ile ekilmiş ilk ve en kıymetli tohumdur. Eğitim ise bu tohumu yeşertmek için çabalamaktır.
• TOHUM: HER ÇOCUK BİR CEVHER
Hiçbir tohum bir diğerine benzemez. Kimi narin bir gül, kimi heybetli bir çınar, kimi de bereketli bir zeytin ağacı olmak üzere yaratılmıştır. Kimi toprağın hemen yüzeyinde filizlenir, kiminin boy vermesi için derinlere kök salması gerekir; kimi ilkbaharda açar, kimi de sonbaharın serin rüzgarında meyveye durur. Çocuklar da böyle… Her biri, farklı istidat, yetenek ve mizaçla donatılmış birer cevherdir.
Kimi rakamlarla matematiğin soğuk görünen ama gizli bir ahenk taşıyan dünyasında kendi melodisini bulur. Kimi fırçasını her dokunduruşunda içindeki duyguları renklerle tuvale aktarır. Kimi sakin bir gölet gibi derin, sessiz ve dingin; düşüncelerini uzun uzun tartar, sezgileriyle hareket eder. Kimi coşkun bir nehir gibi heyecanlı ve taşkındır; enerjisiyle ilham verir ve etrafını harekete geçirir. Kimileri kelimelerle o kadar içli dışlıdır ki, her cümlede yeni dünyalar inşa eder. Kimileri ise insan ilişkilerinde, dostluk ve empati kurma gücünde olağanüstü bir yetenek taşır.
Bir tohumun ne zaman filizleneceği, hangi şartlarda meyve vereceği önceden kestirmek zor olabilir; bir çocuğun hangi kabiliyetinin hangi yaşta ve hangi ortamda parlayacağı da böyledir. Eğitimci ile ebeveynin vazifesi, her tohuma aynı sudan pay vermek değil, her fidanın ihtiyacına göre suyu, ışığı ve gölgeyi ayarlamaktır. Her çocuk, kendisine bahşedilen potansiyelin keşfedilmesini bekler. Bu farklılıkları görmek ve her birinin yolculuğunu kendi ritminde desteklemek, gerçek bir bahçıvan sabrı ister. Tohumun içindeki program, vakti gelince açığa çıkar; her çocuğun içindeki cevher de doğru rehberlik ve sevgi dolu emekle görünür hale gelir.
Peygamber Efendimiz “İnsanlar madenler gibidir, cahiliye döneminde hayırlı olanlar İslam’da da hayırlıdır” (Buhârî, Enbiyâ, 20) buyurur. Bu hadis, her insanın fıtratında saklı kıymetli bir öz, işlenmeyi bekleyen bir hazine bulunduğunu anlatır. Altın nasıl madenin derinliklerinde parlatılmayı beklerse her çocuk da yaratılışındaki yetenek ve ahlaki güzelliklerle değer kazanır. Eğitim, bu madeni işlemek; içindeki altını, yani yetenek, iyilik ve erdem potansiyelini ortaya çıkarmaktır.
Gerçek bir eğitimci, usta bir bahçıvan gibi her öğrencisinin içindeki bu cevherin ne olduğunu keşfetmekle yükümlüdür. Kimine cesaret, kimine sükûnet, kimine sabırla yol göstermek gerekir. Tek tip, standart bir eğitim anlayışı, bu fıtrî çeşitliliği yok eder, her çiçeği aynı kalıba sokmaya çalışır ve nihayetinde potansiyelleri köreltir.
Her bitkinin farklı ihtiyaçları olduğu gibi her çocuğun da kendine has bir öğrenme ritmi ve ilgi alanı vardır. Eğitimci, öğrencisini derinden gözlemlemeli ve ona en uygun besleyici ortamı sunmalıdır.
Bir çocuğu, içindeki cevheri görmeden yetiştirmek, bir gül tohumundan meşe palamudu beklemek kadar beyhudedir.
• TOPRAK: ÇOCUĞUN İLK VATANI
Her tohumun filizlenmesi, içine düştüğü toprağın bereketiyle mümkündür; insanın kişiliği ve inancı da ilk köklerini çocuklukta bulduğu aile ve çevre toprağında salmaya başlar. Peygamber Efendimiz buyurur: “Toprak, çocuğun ilkbaharıdır.” İlkbahar, toprağın canlanıp tohumun filiz verdiği mevsimdir; çocukluk da insanın karakterinin ve imanının filizlendiği, hayat boyu sürecek kişiliğin ilk şekillendiği dönemdir.
Peygamberimiz başka bir hadisinde şöyle buyurur: “Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Daha sonra anne babası onu ya Hristiyan, ya Yahudi ya da Mecusi yapar.” (Buhârî, Cenâiz, 92) Bu hadis, her insanın yaratılışında tevhide yöneliş ve temiz bir başlangıç taşıdığını anlatır. Çocuğun bu saf fıtratı, içine doğduğu aile ve çevrenin tesiriyle şekillenir; iman, ahlâk ve karakter toprağın bereketine göre gelişir.
Fıtrat kelimesi, Arapça “fatara” kökünden gelir; bu kök “yarmak, kazmak” anlamındadır. Toprağın yarılıp içinden filizlerin çıkması gibi. İlk yaratılış anlamına da gelen bu kelime mutlak yokluğun yarılarak varlığın ortaya çıkışını ifade eder. Fıtrat, insanın yaratılıştaki ilk hali, yani Allah’ın insana yerleştirdiği saf ve temiz yöneliştir. Tohum toprağı nasıl yarıp filizlenirse, insandaki fıtrat da doğru ortamda iman ve iyilik tohumlarını yeşertir.
Tohum ne kadar kaliteli olursa olsun, serpileceği toprağın verimliliği, suyu ve besin değeri kadar önemlidir. Her ağaç kendi toprağında büyür; köklerini besleyen suyu, minerali ve iklimi oradan alır. Aynı şekilde çocuk da kendi ailesinden, mahallesinden ve kültüründen beslenir; kimliğini, değerlerini ve hayata bakışını bu ilk çevrede şekillendirir. Çocuğun büyüdüğü çevre de bu yüzden kritik bir rol oynar: Aile, okul, mahalle ve kültür; öğrencinin kök salacağı topraktır.
Toprak temiz ve verimli ise tohum sağlıklı kök salar; aksi hâlde en sağlam fidan bile güçsüz kalır. Çocuğun yetiştiği muhit de böyledir: Sevgi dolu, güvenli ve değerleriyle yoğrulmuş bir çevre, onun karakterini, iradesini ve hayata bakışını besler. Kötü bir muhit ise, en parlak yetenekleri bile köreltebilir, meyvesini tatsız hâle getirebilir.
Bu hakikati bilen anne babaların evlatları için ettiği “Allah hayırlı insanlarla karşılaştırsın.” ve büyüklerin gençler için dilediği “Allah emsaliyle müşerref eylesin.” duaları da bu gerçeğe dayanır; zira insan muhitinin rengine boyanır, çocuk da en çok içinde yeşerdiği çevrenin kokusunu taşır.
Doğan Cüceloğlu’nun hatırlattığı bir söz bu gerçeğe işaret eder: “İnsanın anavatanı çocukluğudur.” Çocukluk, insanın tüm hayatına yön veren en temel dönemdir; o yıllarda alınan sevgi ve değer duygusu, kişinin ömür boyu sürecek özgüveninin ve iç gücünün kaynağını oluşturur. Çocuğun ilkbaharı ise onun ailesi, mahallesi, okulu ve içine doğduğu kültürdür. Bir insan, çocukluğunda aldığı sevgi, güven ve değer kadar hür ve güçlüdür. Bu, hayat boyu taşıyacağı en değerli sermayedir.
Ebeveyn ve eğitimciye düşen, çocuğun toprağını en verimli, en temiz hale getirmektir. Tohumu sulamak kadar toprağın kıymetini bilmek de elzemdir.
Toprak ne kadar verimli ve derin ise tohum o kadar güçlü kök salar; çocuk ne kadar sağlıklı ve nitelikli bir muhitte büyürse kişiliği de o kadar sağlam temeller üzerinde yükselir ve hayatın fırtınalarına dirençle karşı koyar.
• SU: İLGİ, SEVGİ VE MERHAMET
Bir tohum, toprağa atıldıktan sonra suya muhtaçtır; susuz kalırsa solar, fazla su verilirse kökleri çürür. İnsan da böyledir: Sevgi, ilgi ve merhamet çocuğun ruhuna düşen hayat suyudur.
Ailenin varlık sebebi de bu merhamet ve sevgi iklimini kurmaktır. Ayet-i kerimede bu hakikat şöyle aktarılır: “Sükûnet bulmanız için size kendi cinsinizden eşler yaratması, aranızda meveddet ve merhamet peydâ etmesi Allah’ın delillerindendir.” (Rum, 21) Aile, huzurun ve sükûnetin yuvası, çocuğun ruhunu besleyen sevgi ve merhametin ilk kaynağıdır.
Sevgi ve ilgi görmeyen bir çocuk, susuz kalmış bir tohum gibi solgun ve güçsüz olur. Şefkat ve değerle beslenmeyen bir ruh kendini ifade etmekte zorlanır; özgüveni, merhameti ve sosyal becerileri eksik kalır. Öte yandan aşırı koruyucu ya da sahiplenici bir sevgi, çocuğun bağımsızlık duygusunu boğar, köklerinin derinleşmesini engeller. Tıpkı bir bahçıvanın suyu ölçülü vermesi gibi eğitimci ve ebeveyn de sevgi, ilgi ve merhameti kararında sunmalıdır. Suyun doğru miktarı, tohumun filizlenmesini ve kök salmasını sağlar; sevginin ve ilginin doğru dozu ise çocuğun ruhunu besler, kişiliğini sağlamlaştırır ve dünyaya güvenle açılmasına imkân verir.
“Bilgi beş harftir, beşte dördü ilgidir.” sözü ilgi olmadan bilginin kalıcı olamayacağını ifade eder. Gönlüne giremediğiniz bir çocuğun aklına da gerçek anlamda dokunamazsınız. Sevgi ve ilgi, sadece ruhu beslemez, aynı zamanda öğrenmenin de kapısını açar.
Su, büyümenin ritmidir. Çocuk, sevgi, ilgi ve merhameti tadar, hisseder ve kendine de başkalarına da merhamet gösterecek bir şahsiyet olarak gelişir. Su ne kadar ölçülü ve hayat verici olursa tohum o kadar sağlıklı büyür; insan da sevgi, ilgi ve merhametle beslendiğinde sağlam bir şahsiyete kavuşur ve hayatın fırtınalarına karşı direnç kazanır.
• GÜNEŞ: HAKİKAT VE BİLGİNİN AYDINLIĞI
Bitkiler ışık olmadan fotosentez yapamaz, büyüyemez, meyve veremez. İnsan zihninin ve kalbinin güneşi ise hakikat ve bilgidir. Sevgi ve şefkatle beslenen bir çocuk, ancak bilgi ve hakikatle aydınlanır, olgunlaşır. Cehaletin karanlığı, en gürbüz fidanları bile cılız bırakır.
Kur’an-ı Kerim, hakikatin bu aydınlatıcı gücünü Nur Suresi 35.........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Sabine Sterk
Robert Sarner
Andrew Silow-Carroll
Constantin Von Hoffmeister
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d