“Biz yurttaş değiliz!”
Devletin sağlaması gereken sağlık, eğitim, barınma ihtiyacının kâr odaklı işletmelere verildiği, siyasal baskının toplumu nefessiz bıraktığı bir Türkiye gerçeğinde yurttaş nasıl olunur? Dört-beş yılda bir tekrarlanan seçimlerde sandığa gitmek yurttaş olmak için yeterli midir? Kamusal alanın daraldığı neo-liberal düzende yurttaşa ne oldu? Bu derin sessizliğin elbette pek çok sebebi var. Hukuka olan inancın yitirilmesi, siyasal erkin tüm baskı gücünü toplum üzerinde kullanması… Peki bireysel çabalar bizi kurtarır mı? Dayanışma olmadan bu düzende sesimizi duyurmak mümkün mü?
Tüm bu sorular kafamda dolaşırken Psikolog, Yazar Gündüz Vassaf’ın Bolu Kartalkaya’da 78 cana mal olan yangının ardından yayınladığı açık mektubu geldi. Vassaf mektubunda çocuğunuzun gittiği okulda, hastanede, metroda yeterli tedbirler alınmıyorsa sosyal medya hesaplarınızdan bunu çekip paylaşın dedi. Yani toplumu aktif birer yurttaş olmaya çağırdı. Peki yurttaşlık neydi ki bir de önüne aktif sözcüğünü ekledik? Yurttaş olmayı öğrenebilmiş miydik? Daha önce iyi birer yurttaşsak bu kadar edilgen hale nasıl geldik? Bunun sebebi kamusal alanın yitirilmesinden bağımsız düşünülebilir mi? Peki ya Akademisyen Fatma Eda Çelik’in söylediği gibi kamunun ölümü söz konusu olabilir mi? İşte bu soruları Siyaset Bilimci Cangül Örnek ve kamu yönetimi, kamu politikaları alanında çalışan Fatma Eda Çelik’le konuştuk. Şimdiden duyurmuş olalım. Aktif yurttaşlığa çağrı mektubuyla gelecek hafta da Gündüz Vassaf sorularımızı yanıtlayacak.
Siyaset Bilimci Cangül Örnek “Yurttaşlık Türkiye’de artık mücadele edilerek kazanılabilecek bir statü. Bu etkisizliğimiz ve siyasetin seyircisi olma konumumuzla biz yurttaş değiliz” diyor.
Yurttaş olarak bu kadar edilgen hale nasıl geldik?
Bu ilginç bir soru. Türkiye tarihine makro açıdan bakarsak Türkiye toplumunun gerçekten etkin olduğu, hak aradığı, hesap sorduğu tarih dilimi aslında çok uzun bir dönem değil. 1960-1980 arası diye kabaca sınırlandırabiliriz. Bu önemli toplumsal deneyim bir tarafta bırakılacak olursa Türkiye toplumu kendi haklarına yönelen saldırılara karşı kitlesel ve aktif biçimde direnme geleneğine sahip değil. Bunun ilk ve en temel nedeni örgütsüzlük. Ama bence şurası dramatik: 1990’lardan itibaren Türkiye’de estirilen sivil toplumcu rüzgâr, toplumun her ferdinin kendi bulunduğu ya da dert ettiği alandaki sorunları belirsiz bir gelecekte gerçekleşecek bir toplumsal dönüşümü beklemeksizin olduğu yerde, bugün çözmeyi öneriyordu. Ütopyalara bel bağlamayacak, hemen şimdi çözecektik. 1990’lardan itibaren tarihimiz çeşitli isim kombinasyonlarıyla kendini tanımlamış “yurttaş girişimleri” ile doludur. Ama “bugün, hemen ve bulunduğum yerde çözeceğim” sloganıyla kendisini ifade eden bireysel inisiyatiflerin ya da bireysel inisiyatifler arası dayanışmanın, toplumsal sorunlarımızın çözümünde ne kadar az etkili olduğunu çok acı deneyimlerden geçerek anlıyoruz. Dolayısıyla ben insanlık tarihinin temel derslerini önemseyen; büyük dönüşümleri göze alan bir toplumsal hareketlenme dışında, niyetimizden bağımsız olarak bireysel yurttaş inisiyatifiyle yapacağımız işlerin pek az etkisi olacağını düşünüyorum. Hiç demiyorum çünkü çok sayıda insanın iyi niyetle ortaya emeğini koyduğunu görüyorum. Ama bu emeğimiz bizi depremlerde ölmekten, yangınlarda yanmaktan, hastanelerde öldürülmekten kurtarmıyor.
“BEBEK ÖLÜMLERİ, YANGIN, DEPREM SİYASAL MESELELERDİR” HESABI ÖNCE SİYASETEN SORULMALI!”
Türkiye’de yurttaşlık giderek dört-beş yılda bir yapılan seçimlerde oy kullanmakla sınırlı kaldı. Bunu sadece iktidarın baskıcı politikalarıyla açıklayabilir miyiz?
En büyük neden halkın siyasal sisteme katılım kanallarını yok eden, hatta protesto hakkı konusunda olduğu gibi bu katılım kanallarının kullanımını yasa dışı ilan eden iktidar. Tabii ki bu tür baskıların tarihini geriye götürmek mümkün ancak AKP’nin bu başlıklarda 12 Eylül dönemini aratmayan uygulamaları olduğunu vurgulamak lazım.
İkinci neden, başta ana muhalefet partisi CHP olmak üzere protesto hakkının kullanımının kriminalize edilmesine katkı koyan muhalefet. Ancak tüm bunları çok defa söyledik. Bugün artık bu tekrarlar sorunlarımızı çözmüyor.
Ben başka bir noktaya işaret etmek istiyorum. O da şu: Türkiye’de siyasetin aktörleri ve konuları çok daralmış durumda. Siyaset sadece sandığı hedefleyen bir faaliyet haline gelince bu işin aktörleri de Türkiye’de seçilme hakkını elinde tutan dar bir kesimden ibaret hale gelmiş oluyor. Siyasetçiler sınıfı yüzde 10 barajını geçebilen ya da geçenlere eklemlenebilen, statüsü ve serveti itibariyle siyaset yapabilen bir azınlıktan müteşekkil. Sandık tek siyaset yapma yolu haline gelince bu çok küçük azınlık dışındaki milyonlarca insan siyasetin seyircisi statüsüyle yetiniyor.
İkincisi, ideolojik farklılıkların önemsizleştirilmiş olmasıyla ilgili. İdeolojiler önemsizleştiğinde, iktidar kadar ana muhalefet de topluma köklü bir dönüşüm programı öneremiyor; çok kritik başlıklarda yeni bir yaklaşım sergileyemiyor. Örneğin, SGK’yı dolandırmak için yoğun bakım servislerinde bebek ölümlerine yol açan özel sağlık sistemine bir alternatif getirilmiyor. Bu alternatif olmayınca olay, kötü kişilere ve kurumlara daraltılıyor. Yaşananların kriminal bir çetenin işi olduğu muhalefet tarafından da kabul ediliyor ve konu “siyaset üstü” tutularak........
© Gazete Pencere
