Kar bir duygudur, çocuklar
“Her sene üç beş gün yağmasına, şehrin bir hafta on gün kar altında kalmasına rağmen, kar her seferinde İstanbulluları ilk defa yağıyormuş gibi hazırlıksız yakalar, yollar kesilir, savaş ve felaket zamanlarında olduğu gibi ekmek fırınlarının önünde hemen kuyruklar oluşur ve en önemlisi bütün şehir aynı konunun, karın etrafında bir cemaat duygusuyla birleşirdi. Şehir ve insanları dünyanın geri kalanından iyice koparak kendi dertleriyle içlerine kapandıkları için karlı kış günlerinde İstanbul hem daha tenhalaşmış, hem de masallardan çıkma eski günlerine biraz daha yaklaşmış gibi gelirdi bana.” (Orhan Pamuk - İstanbul: Hatıralar ve Şehir)
Kar yağıyor ve ben arkadaşım F.’yi düşünüyorum.
Kar yağıyor ve “bu defa tutacak mı acaba” fikri zihnimde açık seçik bile belirmemişken daha, ben kendimi F’yi düşünürken buluyorum. Her defasında, her kar yağdığında bulduğum gibi…
F. benim çocukluk arkadaşım. Güneyde bir sahil kasabasında beraber büyüdük. Ailelerimiz de evlerimiz de birbirine yakındı; üstelik aynı okuldaydık. Aynı kitapları okuduk, aynı filmleri seyrettik, o zaman bunu düşünmesi hiç iyi gelmiyordu ama aynı kızları sevdik. Üniversiteyi beraber kazandık. Aynı şehre; İstanbul’a beraber geldik. Farklı bölümlerdeydik ama üniversitemiz yine aynıydı; üstüne bir de aynı yurtta kaldık.
Bunca aynılık yetmiyormuş gibi onunla bir ortak noktamız daha vardı: İkimiz de hayatımızın ilk karını İstanbul’da gördük. Yine beraberken…
Bir cuma akşam üzeriydi diye hatırlıyorum. Okuldan çıkmış, kendimizi Taksim’e atmıştık… F.’nin Çukurcuma’da yaşayan emekli öğretmen bir tanıdığına akşam yemeğine davetliydik. Daha doğrusu F. davetliydi de bir telefon kulübesinden aradığımız annesi ona beni de muhakkak beraber götürmesini tembihlemişti. Tembihle yetinmemiş, telefona beni istemiş, “birbirinizden ayrılmayın, iki lokma da ev yemeği yiyin” demiş, gitmezsem güceneceğini de eklemişti. “Teyze sözü çiğnenmez” de demişti. “Teyzeleri üzmeyin.”
Canım pek istemiyordu ama bu tatlı, bu şen şakrak teyzemin sözünü dinlemiştim. İyi ki de dinlemişim. Yoksa ilk defa kar yağdığında F. ile beraber olmayacaktım. Akşam yemeğinden epey önce Taksim’e ulaştığımızdan, kışın dalları kurumuşsa da, ağaçlı ve bugüne göre epey tenha İstiklal Caddesi’nde iki serseri mayın gibi bir aşağı bir yukarı yürüyorduk. Etraf nedense çok sessizdi. Bir şey olacağı belliymiş gibi..
Oldu da… Olan biteni ikimiz de önce burnumuzda hissettik… Süzülerek yere inen kar taneleri, tıp diye burnumuzun ucuna düştü. Ne oldu diye kafamızı kaldırınca yarı karanlık bir gökten üstümüze zahmetsizce, usul usul, bir büyü gibi yağan karları gördük.
“Aaa” dedim. “Döne döne yağıyormuş.”
Güldük. İkimiz de bilmiyorduk bunu.
F.’nin annesinin sözünü iyi ki dinlemişim. Buna bugün iki kere seviniyorum. Çünkü bu sayede Tarık Bey’i tanıdım. F’nin babasının askerden arkadaşı, emekli bir ilkokul öğretmeniydi. O zaman çok gençtim ama bugün bile örneğine rastlamadığım türde, enteresan bir adamdı Tarık Bey. İstanbulluydu, orta halli bir ailenin çocuğuydu ama İstanbul’a uzun yıllar uğramamıştı. Mecburi hizmete atandığı ücra bir Kars köyünde yirmi yıl kalmış, evliliğinden epey sonra dünyaya gelen kızları İstanbul’da bir Anadolu Lisesi kazanınca, pek de istemeden geri dönmüştü. “Neden o kadar kaldınız” diye sorunca ismini şimdi hatırlamadığım (Filiz miydi?), olağanüstü güzel, artık yirmili yaşlarının sonlarındaki kızı ve yine ismini hatırlamadığım eşi birbirine bakıp kıkırdamıştı.
Çukurcuma’daki mütevazı evin salonunda, yemek sofrasında altı kişiydik. F., ben, Tarık Bey, Tarık Bey’in eşi ve kızı, bir de önce damat sandığım ama sonra “bir akrabamız” diye tanıştırıldığım, saf ve düşünceli görünen, hüzünlü bakışlı, sessiz bir adam…
Tarık Bey yetmişlik bir rakı açmış, birer kadehi de zorla önümüze sürmüştü. “Neden o kadar kaldınız” diye sorduğumda........
© Gazete Duvar
