'Rejim otoriterleşiyor demek yetmiyor, başka bir yere gidiyoruz'
Dünyada otoriter eğilimlerin baskın olduğu yönetimlerin yaygınlaşması ve aşırı sağın güç kazanması yeni bir faşizm dalgası tartışmalarına kapı açtı. Ekonomi modelinde ciddi bir değişim, düzenin işleyişinde sınıfsal bir tehdit olmadığını ifade edenlerse 'faşizmi her otoriter eğilim görünce akla getirmeyin' uyarısında bulunuyor. Tartışmalarda fikir birliği olmasa da dünyada yükselen bir göç karşıtlığı, aşırı sağ ve otoriter eğilimleri baskın olan iktidar modelleri mevcut. Bu modeller yeni bir kapitalist döneme girdiğimizi mi gösteriyor? 2008 Krizi sonrasında küresel bir paradigma değişimi mi yaşandı? Aşırı sağın yükselmesine zemin yaratan politikalar neler? Trump’ın seçilmesinde göç nasıl bir rol oynadı? AB ekonomisi neden çöküşün eşiğinde? Türkiye’de uygulanan ekonomi programı nasıl bir çerçeveye yaslanıyor? Türkiye’deki rejimin niteliği nasıl bir dönüşümden geçti?
Bu soruları ve küresel ekonominin durumunu ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi (E), devlet teorisi, uluslararası ve karşılaştırmalı politik ekonomi alanlarında çalışan Doç. Dr. Galip Yalman ile konuştuk.
Yalman’a göre sendikal hareketlerin bilinçli olarak kolunun kanadının kırılmasıyla birlikte toplumun değişik kesimlerinde artan hoşnutsuzluğun bir dışa vurumu olarak, düzen partilerinin seçmen desteğini kaybetmesi aşırı sağın yükselişine neden oldu.
ABD seçimlerinden Trump’ın çıkması ve işbirliği yaptığı sınıf dikkate alındığında yeni bir hegemonik blokla mı karşı karşıyayız sorusu beliriyor. Öte yandan artık pek çok uzmanın kabul ettiği üzere küresel liberal siyasal/ekonomik sistemde bir tıkanma/yıkım var. Kapitalist sistemde, içinden geçtiğimiz bu süreci nasıl değerlendirirsiniz?
Kapitalizmin sürekli kriz içinde bulunan bir sistem olarak algılanması doğru olmamakla birlikte, krizlere yol açan çelişkilerin sisteme içkin olduğunun ön kabulü gibi okunabilecek, farklı krizlerle baş etme, diğer bir deyişle, kriz yönetme ve kriz önleme stratejilerinin sık sık gündeme getirildiği de bir gerçektir. Önemli olan süreç içinde, farklı zaman dilimlerinde ve farklı ölçeklerde yaşanan krizlerin yol açtığı yapısal dönüşümlerin, kapitalist toplumlardaki mücadele eksenlerini nasıl etkilediğini ve biçimlendirdiğini ortaya koyabilmektir. Bu aynı zamanda, ülke ekonomisinin dünya ekonomisi içindeki konumu ve bütünleşme biçimindeki değişim ve dönüşümlerin kavranabilmesi için de üzerinde durulması gerekli bir husustur.
Tarihçi Fernand Braudel, kapitalizmi 'kendini değişen koşullara adapte edebilen bir sistem' olarak tanımlıyor. Kapitalist sistemde yaşanan krizler ve bunlarla baş etme stratejileri sonucu devletin ekonomideki işlev ve rollerindeki değişiklikler, Braudel’in vurguladığı değişim ve adaptasyon kabiliyetinin önemli göstergeleri aslında. Bu bağlamda, devlet-piyasa ilişkilerine ilişkin kavramsallaştırma girişimlerinin bir dönemlendirme aracı olarak yaygın bir kullanımı da söz konusu. Bu durum konuya ilişkin tartışmalarda bir paradigma değişimi olarak da betimlenmekte.
Söz konusu değişiklikleri ifade etmek için kullanılan devlet-piyasa gibi kavram çiftlerinin içeriklerinin yeniden tanımlanması da söz konusu olabilmekte. Örneğin 1929 Buhranı sonrasında ABD’de F. Roosevelt döneminde uygulanan bir krizle baş etme stratejisi olan Yeni Anlaşma (New Deal), liberalizmin yeniden tanımlanmasını gündeme getirmiş, bunun sonucunda, ABD’de liberal kavramının farklı bir içerikle tanımlanması söz konusu olmuştu. Bugün dahi ABD’de “liberal”, daha müdahaleci bir devlet piyasa ilişkisi taraftarı, hatta bu nedenle sol bir pozisyon olarak algılanmakta. Benzer biçimde, II. Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan kapitalist dünya ekonomisinde devletin hem sermayenin dolaşımı hem de emek-sermaye ilişkilerinin yeniden düzenlenmesinde, iki dünya savaşı arası dönemde yaşanan krizlerin tekrar yaşanmaması için yeni rol ve işlevler üstlenmesi, 19. yüzyıl liberalizminden farklı bir liberal siyasal iktisadi paradigmanın ortaya çıkması olarak betimlenmişti. Genellikle, Keynesyen /Refah devleti gibi terimlerle tanımlanan bu dönemin 1970’li yıllarda uzun bir kriz sürecine girmesiyle birlikte, emek aleyhine, sermaye lehine dönüşümlerin hem ulus devlet hem de küresel ölçekte gerçekleştirilmesini öngören bir krizden çıkış stratejisi yaşama geçirilecekti.
Eleştirel siyasal iktisat geleneğini benimseyen yorumcuların 1980’lerin ikinci yarısından itibaren kullanacağı terminoloji ile yeni döneme neoliberalizm damgasını vuracaktır. Ancak şunu da hatırlatmakta yarar var, neoliberalizm bir devlet projesi. Diğer bir deyişle, devlet-piyasa ilişkilerinin yeniden kurgulanması yolu ile kapitalist sistemin reforma tabi tutulması için, devletlerin ekonominin gerektirdiği reformları yapacak konuma gelebilmelerinin sağlanması amaçlanmaktaydı. Devletin konumunu yeniden tanımlamaya yönelik söylemler, dayandıkları kuramsal çerçevelerin içerdiği tüm tutarsızlıklara ve çelişkilere karşın, insanların günlük yaşamlarındaki deneyimlerle doğrulandıkları ölçüde, bir anlamlar ve değerler sisteminin oluşturulmasına yardımcı olmaktadır. Piyasa söyleminin doğrularının otoriter bir devlet biçimi çerçevesinde, mutlak doğrular olarak yüceltilmesi ile birlikte, burjuvazinin hegemonyasını yeniden kurma girişimleri 1980’den itibaren birçok ülkede siyasal gündemi belirlemiştir.
Bu değişim süreci, “serbest piyasa” ve “güçlü devlet” kavram çifti üzerinden yeni bir paradigma değişimi olarak da ifade edilecekti. Güçlü devletten kasıt, yürütmenin yasama ve yargı karşısındaki konumundaki bir değişimdi. 1970’lerdeki kriz sürecinde güçler ayrımı çerçevesinde yürütmenin ön plana çıkmakta olduğunu saptayan, Marksist devlet kuramcısı Nicos Poulantzas’a göre emek aleyhine sonuçlar doğurduğu ölçüde otoriter niteliği belirginleşecek söz konusu değişimin yeni fakat istisnai olmayan bir devlet biçimi değişikliği olarak kavramsallaştırılması gerekmekteydi. Poulantzas’ın “otoriter devletçilik” olarak tanımladığı bu yeni devlet biçimi, neoliberal dönemin günümüze kadar değişmeyen karakteristik özelliği olarak varlığını sürdürmektedir.
2008’deki küresel ölçekli finansal krize kadar, kapitalist sistemin merkez ülkelerinden başlayıp sistemin bütününü etkileyen ekonomik krizler, devletin ekonomiyle olan ilişkisinin yeniden teorik olarak........
© Gazete Duvar
