Yazar gözünden göçmenlik: Almula Türedi ile Huzursuz Ruhlar Şenliği
Bir hikâyenin sonu, onun ruhunu adeta mühürleyen son dokunuş gibidir. Kimi anlatılar, okuru “iç açıcı” bir finale ulaştırırken, kimileri içimize çöreklenen bir hüzünle noktalanır. Peki, her hikâye mutlu sonu hak eder mi? Ya da her son, mutlu olmasa da anlamlı olabilir mi? Belki de asıl mesele, bir hikâyenin nasıl bittiği değil, o sona nasıl varıldığı... Çünkü kimi zaman, iyi bir son, iyi olmasa da unutulmazdır.
Öykü ve senaryo yazarı Almula Türedi, Alakarga Yayınları’ndan çıkan yeni romanı Huzursuz Ruhlar Şenliği’ni, “Filmin sonu hep iyi olsun isteyenlere” ithaf ediyor.
Roman, bambaşka bir kültürde “tüm kırılganlığıyla” hayatta kalmaya çalışan, kendisiyle baş başa kalmaktan korkup türlü hastalıklar üretmesi karşısında Belçikalı bir psikoloğun tavsiyesiyle kendine mektuplar yazıp onları katlayan, bir süre sonra yeniden okuyan Aslı’nın ekseninde ve onun kendini bulma serüveninde dönüyor.
Roman bir yandan da insanlık tarihi kadar eski bir başka sorunsala odaklanıyor: Gitmek mi zor, kalmak mı? Birhan Keskin, Y’ol adlı kitabında şöyle der: “Gitmek mi yitmektir kalmak mı artık bilmiyorum. Yerini yadırgayan eşyalar gibiydim ya ben hep. Ve inançlı, gitmenin bir şeyi değiştirmediğine.”
Türedi’nin kitabında ise köşe bucak kaçtığı ülkesi aslında hep içinde saklıdır Aslı’nın… “Huzuru bulamadığımız bir evde yaşıyorduk hepimiz” diye tasvir ediyor bu ruh halini… Yeni yıldan beklentisi “iyileşmek” ve “anlamak”... Huzuru uzaklarda arasa da, gri Ankara’dan sonra soluğu yine gri Brüksel’de alsa da, aslında kendi içinde tanımlayamadığı tüm duygular, tüm kırılganlıklar ve aynı anda da tüm tezatlar isyanda... Bu ruh hali de, yeni tanıştığı Avrupalılar ve Türklerle yaşadığı karşılaşmalarda su yüzüne çıkıyor.
Türedi’nin ana karakteri Aslı üzerinden ördüğü olay örgüsü, bir yandan da Avrupa’nın başkentinde, kendi ülkesinde yaşayacağından daha muhafazakâr yaşayan, Türk kimliklerine dört elle sarılan göçmenlerin mikro dünyasına uzanıyor. “Hiç Türk’e benzemiyorsunuz” şeklindeki “sözde” iltifatlar karşısında “Hayır, tam da Türk’e benziyorum ben” diyen Aslı’nın gözlerinden, göçmenliğin katmanları birer birer aralanıyor.
Şairin sözüne güvenirsek, “yolun yarısına gelmiş” olan 35 yaşındaki Aslı’nın, “Batıya kızıp Doğulu gibi olmaya çalışmak; Doğuyu beğenmeyip Batıya yeniden yanaşma çabası” diye tanımladığı… Oysa, insan, hep o “huzursuz ruhlar” evinden izler taşır – gitse de, kalsa da…
Bir göçmenin yabancı bir ülkenin toplumsal dokusuna ve aynı anda da kendi içinde yaşadığı zorlu, yaralayıcı ama bir o kadar da “bizden parçalar barındıran”, kültürel yabancılaşma ve kimlik arayışını eksenine alan ilk romanı hakkında Almula Türedi ile Gazete Duvar olarak söyleşi gerçekleştirdik.
Kitabınızda göçmenlik deneyimini hem fiziksel hem de ruhsal bir yolculuk olarak ele alıyorsunuz. Kendi deneyimlerinizin bu hikâyeye nasıl yansıdığını anlatır mısınız? Romandaki Aslı, sizden nasıl izler taşıyor?
Ben görece geç bir yaşta göçmenliği tecrübe ettim. Uzun süreli ilk yurtdışı tecrübem, Belçika’daki Katolik Leuven Üniversitesi’ne yüksek lisans için gittiğim dönem oldu. Daha sonra yine Belçika Brüksel’e bu sefer üç yıllığına Avrupa Birliği müşaviri olarak atandım.
Leuven ve Brüksel, her ne kadar ikisi de Belçika’da olsalar da birbirinden farklı dinamikleri olan iki şehir... Leuven’de yabancı bir öğrenciyken ve tek derdim ders çalışmak iken, Brüksel’de ülkesini temsil eden ve ülkesinin bağlarından arınmamış biri olarak bulundum. Çalıştığım kişiler, bulunduğum ortamlar hep işim etrafında şekillendi. Yine de Brüksel’in o kozmopolit yapısını ben çok sevmiştim. Çoğu kişi sevmez, “ne var ki Brüksel’de sanki” derler. Belki Ankara’ya benzettiğimden, belki o çok kültürlü yapısından dolayı ben aksine o şehri çok sevdim. Brüksel’de aslında herkes bir nevi yabancı çünkü, insanların bir yerden bir yere geçerken uğradığı bir yer ya da geçici olarak atandıkları, bulundukları bir şehir…
Tüm bunlar, orada geçirdiğim zamanımın hep neşe içinde geçtiği anlamına gelmiyor tabii. İnsanın yabancı bir şehirde kendiyle baş başa kalması acayip bir deneyimmiş. Hayatın karmaşası içinde belki de çoğu zaman üzerine durup düşünme fırsatı bulamadığın her şey her an aklına üşüşüyormuş. Ruh haline göre insanı aşağı da çekebiliyor bu düşünceler... Pandemi zamanı eve kapandığımız o dönemde Brüksel’de olmam ne yazık ki moralimi çok bozdu. Romanda da zaten hastalık hastası olmaya başlayan bir kadının kendini iyileştirme çabasıyla başlıyor her şey. Gerçekten ciğerlerin mi ağrıyor yoksa........
© Gazete Duvar
