menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Savaşın Objektifinden Bir Kadın Portresi: Lee (2023)

8 0
12.04.2025

II. Dünya Savaşı, insanlık tarihinin en yıkıcı ve acımasız dönemlerinden biri olarak, milyonlarca insanın hayatını altüst etti. Nazilerin Avrupa’yı işgali, toplama kampları, savaşın cephelerde ve sivil halk üzerindeki etkileri; bu dönemin en karanlık gerçeklerinden bazılarıydı. Savaş; yalnızca askerlerin değil, gazetecilerin, fotoğrafçıların ve sanatçıların da gözünden belgelendi. İşte bu noktada, Lee Miller gibi isimler devreye girerek, savaşın estetik bir çerçeveye sığdırılamayacak kadar sert ve gerçek olduğunu kanıtladılar.

Lee Miller, 20. yüzyılın en sıra dışı figürlerinden biri: Vogue’un moda ikonu, ardından savaşın dehşetini belgeleyen bir fotoğrafçı. Ellen Kuras’ın yönettiği Lee (2023), Miller’ın gazetecilik yönüne odaklanarak, onun bir sanatçıdan savaş muhabirine dönüşümünü anlatıyor. Kate Winslet’in güçlü performansıyla dikkat çeken film, savaşın yıkıcılığına karşı bireysel bir direniş hikâyesi sunuyor. Filmde, Nazilerin işlediği insanlık suçlarını belgeleyen bir kadının cesareti kadar, savaşın bireyler üzerinde bıraktığı psikolojik ve ahlaki etkileri de ön planda tutuluyor.

Kuras, Miller’ın fotoğrafçılık kariyerinin zirvesinde yaşadığı dönüşümü detaylı bir şekilde ele alıyor. Başlangıçta sanatsal bir gözle dünyayı belgeleyen Miller, savaşın korkunç gerçekliğiyle yüzleştiğinde, kameranın arkasındaki rolünün değiştiğini fark ediyor. Savaş, sadece askeri stratejilerle değil, insanların psikolojisini derinden sarsan bir fenomen olarak da işleniyor. Bu açıdan bakıldığında, film; yalnızca bir biyografi değil, aynı zamanda savaşın insan üzerindeki yıkıcı etkisini anlatan bir belge niteliği taşıyor.

Filmin anlatı yapısında dikkat çeken önemli unsurlardan biri de Miller’ın hayat hikâyesinin büyük ölçüde oğlu Antony Penrose’un gözünden anlatılmasıdır. Bu tercihle birlikte film, yalnızca bir savaş muhabirinin portresini değil, aynı zamanda annesini anlamaya çalışan bir çocuğun gözünden yansıyan karmaşık ve duygusal bir anlatıya dönüşüyor. Antony ile Lee arasında geçen diyaloglarda, savaş kadar sarsıcı olan bir başka gerçeklikle karşılaşırız: Bir kadının hem dünya tarihini belgeleyen cesur bir tanık, hem de kendi çocuğuna duygusal olarak mesafeli bir anne olması.

Lee Miller’ın özgür ruhu, savaş meydanlarında gösterdiği direniş ve bağımsızlık, onun annelik rolüyle çelişmekte gibi görünür. Toplumun anneliğe yüklediği şefkat, sükûnet ve sürekli ulaşılabilir olma beklentisi; Miller’ın yaşam biçimiyle örtüşmez. Antony’nin soruları, seyirciye Miller’ın travmalarla örülü iç dünyasını sorgulama fırsatı verir. Antony bir sahnede, annesine neden kendisinden uzak olduğunu sorar. Lee, kelimelerle ifade edemediği şeyleri fotoğraflarına aktardığını, bazı anların yalnızca susarak taşınabildiğini ima eder. Bu, bir annenin sevgisizliği değil; travmanın, suçluluğun ve kendi içindeki kırılmanın dışavurumudur.

© Film Hafızası