Mekânın Dili Olsa: Bağlamla Konuşan Filmler
Boşluk ve mekân tasarımı; göstermeye dayalı sanatların en başta gözetmesi gereken, ancak izleyici koltuğunda çoğunlukla dikkatlerden kaçan hayatî unsurlardandır. Oysaki ekranda geçip giden coğrafyalar, yapılıp yıkılan kentler, “yuva”lıktan uzaklaşıp “ev”e dönüşen yapılar, insanlık öyküsüne yöneltilmiş bellek ve tarih tanıklığı kimliğini de taşır. Dolayısıyla karakterlerin ve olayların arka planını dolduran bir fon gibi görünse de mekânları birer karakter olarak okumak, eseri anlamlandırmada daha geniş bir bakış açısı sunacaktır. Nitekim beyazperdede izlediğimiz etkinliğin aslında bir nevi sahne dolgusu olduğunu ve bu malzemenin her noktaya aynı oranda, yoğunlukta, şiddette ve renkte yayılmadığını fark ettiğimiz an, sinemanın sanatsal boyutunu da deşifre etmeye başladığımız noktadır. Bu listemizde mekânları birer figüran unsur olmaktan çıkaran, organik, devingen ve işlevsel yönüyle adeta birer karaktere dönüştüren filmleri ele alacağız. İzlerken mekânın nasıl dalgalandığına dikkat çeker, boşlukları anlamla doldurma keyfini de sizlere bırakırız.
Nostalgia for the Light (Yön. Patricio Guzman, 2010)
Şili’nin Atacama Çölü’nde geçen belgesel türündeki film, gökbilimcilerin evrenin kökenini araştırırken aynı topraklarda Pinochet döneminde kaybolan yakınlarını arayan insanların hikâyelerini yan yana getirir. Öyküsel bir kurguyla tasarlanan belgeselde bir taraftan evrene ilişkin tarihsel sorulara yanıt aranır, diğer tarafta ise insanlık tarihine kara bir leke olarak iz bırakan Pinochet yönetiminin zulmünün ağır izleri, bireysel deneyimler üzerinden sorgulanır. Çölün yüksek rakımı, berrak gökyüzü ve kurak toprağı hem bilimsel gözlemler hem de toplumsal hafıza için bir zemin sunar. Film, gökyüzüne bakan teleskoplarla toprağı eşeleyen elleri aynı çerçevede buluşturarak evrenin geçmişi ve halkın yaşadığı siyasi travmalar arasında bir köprü kurar. Burada mekân, iki farklı hafızasının buluşma noktasıdır: yıldızların milyonlarca yıllık ışığı ve kayıpların geride bıraktığı sessiz izler. Bu bağlamda çöl, zamanın akışını değiştiren bir alan gibi görünür; hem değişmezliği hem de derin sessizliğiyle geçmişin yükünü taşır. Işıklar içindeki gökyüzü, umut ve sonsuzluk çağrışımı yapar; yerde kavrulup ayaklar altında ezilen toprakta ise acının ve yasın ağırlığı büyümektedir. Böylece mekân, unutulmayan ve geri getirilemeyen anıların sembolüne dönüşmüştür.
The Turin Horse (Yön. Béla Tarr & Agnes Hranitzky, 2011)
Béla Tarr’ın tümü siyah-beyaz tonlarda çekilmiş bu yapımı; 1889 yılında bir çiftçi, kızı ve tek atlarının birkaç günlük yaşamını konu alır. Nietzsche’nin kırbaçlanan at öyküsünü beyazperdeye taşıyan filmde iyi ve kötü, mekânın yansıması içine gömülmüş kutuplardır. Bu ikilide korkutucu tarafı üstlenen doğa serttir, rüzgâr hiç dinmez ve hayat yavaş yavaş sönmeye başlar. Amansız, şefkatsiz bir doğal portrede yapaylığın yabancılaştırdığı insan, dışlanan türü teşkil ederken kurgu, herkesin göz ardı ettiği atın akıbetine odaklanır. Yaşamın ilkesi olan doğurganlık ve devingenlik, insanların yürüttüğü monoton hayat temposu yansımasıyla kısırlaştırılmıştır. Karakterler, her gün aynı eylemleri tekrarlar: patates yemek, kuyudan su çekmek, atı beslemek. Bu döngü, insan yaşamının mekanikleşmesini ve tükenişini temsil eder. Çiftlik evi hem bir sığınak hem de kapanıp kalınan bir hapishane gibidir. Çevresindeki boş topraklar, hayatın dışarıda da yaşanamayacağını ima eder. Mekân burada hem koruyan hem de boğan bir varlık olarak konumlanır. Filmin sonunda hem ev hem de karakterlerin dünyası karanlığa gömülür; böylelikle mekân, yok oluşun nihai sahnesi olur.
Leviathan (Yön. Andrey Zvyagintsev, 2014)
