menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Bir Nezaket Yanılsaması: Kinds of Kindness (2024)

14 0
07.04.2025

2023 yılında pek çok eleştirinin odağı olan Poor Things’in, huzursuzluk uyandıran tebessümü yüzlerden henüz silinmemişken Yorgos Lanthimos, tuhaflık etkisini bir sonraki yapımında sürdürmüştür. Kara mizah ile absürt komedi arasındaki Lanthimos imzasını taşıyan o tanımsız duygu, 2024 yılının gündemine oturan Kinds of Kindness’ta da izleyiciyi ifadesi güç bir durumda bırakır. Peki, seyir esnasında keyifli bir mizah eşlik ederken gittikçe zerk eden huzursuzluğun sebebi nedir?

Yalnızca Kinds of Kindnes’a özgü olmamakla birlikte Lanthimos’un genel üslubunu da tanımlayabilecek bu huzursuzluk hâli kuşkusuz, anlatıya absürdün dâhil ve hâkim olmasından ileri gelir. Ancak Lanthimos, tuhaflık unsurlarını durum komedisi oluşturmak için kullanmaz. Onun özgünlüğü, insanın içindeki kötücül gerçekleri absürt kisvesi altında yansıtması, bu şekilde de izleyici ile temsil arasında bir yüzleşme bağlamı kurgulamasıdır. Bu bağlamda izleyici; bizzat rastlamayacağını düşündüğü tuhaf olay ve durumların, aslında hayatını çevreleyen gerçekler olmasıyla yüzleşir: Ön yargıların kaynağı kendisidir. Özgürlük altında sunulmuş kafeslere hapsolan kendisidir, mağaranın içindeki yanılsamayı gerçek belleyen kendisidir; hülasa, seyircisi zannettiği “zavallılar”dan biri aslında kendisidir… Böyle bir izlekte mizahın tebessümü, yerini nedensiz bir huzursuzluğa bırakıyorsa seyirci, absürdün estetik temsilinin ötesine geçmiştir. Artık metnin altındaki gerçekliği idrak etmiş, yani yüzleşmeye başlamış demektir. İnsan kimliğinin kırılgan doğasıyla birlikte insan davranışını şekillendiren baskıcı yapıların hikâyeleştirildiği Kinds of Kindness’ta yüzleştiğimiz nedir peki? Absürt kurguların temel felsefesini oluşturan varoluşçu bir yaklaşımla biz de neyle karşı karşıya olduğumuzu çözümlemeye çalışalım.

“Ben ne izledim şimdi?” Etkisi

Lanthimos izleyicisi, çoğunlukla seyredeceği yapımın tuhaflıklarla dolu şaşırtıcı bir kurgu olacağını bilir. Nitekim Kinds of Kindness da bu beklentiyi fazlasıyla tatmin edecek türde bir yapıya sahiptir. Film, her biri ayrı kısa filmler olarak değerlendirilebilecek üçlü bir anlatıdan oluşur. Bunların ilkinde hayatının tüm kontrolünü bir başka otoriteye teslim eden, bu uğurda da insan kimliğini yitirmeyi göze alan bir adam anlatılır. İkinci hikâye, deniz araştırması sırasında kaybolan biyolog eşi ansızın çıkagelince hayatı tuhaf bir çizgide ilerlemeye başlayan bir polisi konu alır. Sonuncu anlatıda ise tarikat ve inançların insanları en uç noktalara nasıl sürükleyebileceği, ölüm saplantısı olan bir kadın üzerinden sergilenir. Hikâyelerin hiçbiri, klasik kurgularda gördüğümüz denge hâli veya normal diyebileceğimiz bir bağlamda başlamaz; Lanthimos, doğrudan normalin dışından anlatmaya girişir. Seyirci olarak karakterleri konumlandırıp kurguya aşina olduktan bir süre sonra tuhaflığı sorgulamayı bırakır, sonucun nası . Ancak seyirci bu aşamada da etik ve ahlâkî anlamda son derece rahatsız edici durumlarla karşılaşır ve her birinde çözümsüz bırakılır. Sonuçta hoşnutsuz, tamamlanmamış, huzursuz bir duygu akışı içinde bu kez ne izlemiş olduğunu sorgular. Zihinlerde oluşan sorulara yanıtı verecek varoluşsal çatışma, tam da burada etkinliğini göstermiştir.

Birbirinden tamamen ayrı gibi görünen bu üç hikâyenin ortak noktası, farklı karakterler olarak izlenen oyuncular (Emma Stone, Jesse Plemons, Willem Dafoe, Hong Chau başrollerde olmak üzere) ve çeşitli güç sistemleri içinde sorgulanan seçim paradokslarıdır. Bu güç sistemleri, kendini gerek sözde bir refah ortamını gerekse inancın en yüce kademesini altın tepsilerde sunarak gizli tiranlığını kurar. Karakterler, bir özgür irade yanılsaması içinde tiranların kontrol sistemine mecbur bırakılırlar. Dahası, onlar tarafından desteklenir, fikren ve duygusal olarak beslenirler. Burada kişisel ilişkiler, kurumlar, inanç sistemleri ve sadakat gibi temel duygular, tiranların aracı olarak kullanılır. Bu araçlar, karakterlerin hayatına öyle derin bir bağla entegre edilmiştir ki onlardan vazgeçmek veya içlerinde bulundukları yaşantıyı terk etmek, karakterler için ölüm ve/veya yok oluşla eşdeğerdir. Tiranın bilinçle kurguladığı, karakterlerinse farkında olmadan kendilerini teslim ettiği bu güçler dengesinde her hikâye, “özgürlük,” “irade” ve “varoluş” kavramlarını farklı perspektiflerden tanımlar.

Birinci Bölüm: Mutlak Teslimiyet

Filmin ilk hikâyesi, hayatı bir başkası tarafından titizlikle yönetilen Robert’ın tüm varlığıyla kayıtsız koşulsuz teslimiyetini konu alır. Kurduğu manipülatif dostluk ilişkisiyle insanları kendine bağlayan ve bağımlı kılan Raymond, bir gün Robert’ın da hayatına sözde bir rastlantıyla (!) girmiştir. Kısa süre sonra genç adamın karşısına Sarah’yı çıkarmış, onunla evlenmesini sağlamış, ardından çiçeği burnunda aileye son derece gösterişli bir ev ve lüks bir araba hibe etmiş, kısacası hayatlarının hemen her aşamasını kendi kurguladığı biçimde yaşamalarını sağlamıştır. Bunun karşılığındaysa Robert, beslenme alışkanlığından okuduğu kitaba, eşiyle cinsel birlikteliğinden giysi tercihine kadar tüm kararlarını Raymond’ın isteği doğrultusunda gerçekleştirme sözü verir. Fakat Raymond’ın istekleri yalnızca günlük yaşam alışkanlıklarının düzenlenmesinden ibaret değildir; Raymond’ın istekleri gittikçe zorlaşmakta, Robert’ın etik anlayışını değiştirmektedir. Nitekim yine Raymond’ın ayarladığı, tanımadığı bir insanı araba kazası süsüyle öldürmesi istenince Robert tamamen çaresiz kalır. Eylemleri üzerindeki mutlak kontrol mekanizması, Robert’ı insan dışı bir varlık olmaya zorlamaktadır. Ne var ki kontrol altında olmanın rahatlığı, kendi kaderini tayin etmenin getireceği ağırlığa galebe çalar. Sonuçta Robert, yitirmeye başladığı insanlığına tutunmaktansa özgürlükten kaçmayı tercih eder.

Varoluşçuluk felsefesinin öncülerinden Jean-Paul Sartre’a göre, insanın en büyük trajedilerinden biri, özgürlüğünden kaçma eğilimidir. Sartre, ‘kötü niyet’........

© Film Hafızası