menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Carlo Ponti Sineması: Bir Yapımcının Sinema Tarihine Etkisi

3 0
latest

Sinema tarihini yalnızca yönetmenler, filmler ya da oyuncular üzerinden okumak eksik bir anlatı üretir. Çünkü sinema, estetik olduğu kadar endüstriyel bir sanattır ve bu iki alanın kesiştiği noktada yapımcı yer alır. Yapımcı, bir filmin yalnızca finansmanını sağlamakla kalmaz, hangi hikâyelerin anlatılacağını, hangi yönetmenlerin destekleneceğini ve filmlerin hangi estetik ya da politik riskleri alabileceğini belirleyen kilit bir aktördür.

Carlo Ponti, bu bağlamda sinema tarihinde sıradan bir “finansör”ün ötesinde, güçlü bir estetik sezgiye ve tarih bilincine sahip bir yapımcı olarak öne çıkar. II. Dünya Savaşı sonrasında İtalya’nın toplumsal ve ekonomik enkazı içinden yükselen sinemada Ponti, “Yeni Gerçekçilik” akımının doğrudan ya da dolaylı biçimde şekillenmesinde belirleyici bir rol üstlenmiştir. Vittorio De Sica ile kurduğu üretim ilişkisi, yeni gerçekçiliğin etik ve insani damarının korunmasını sağlarken, Federico Fellini ve Michelangelo Antonioni ile yaptığı iş birlikleri, bu mirasın modern sinemanın estetik arayışlarıyla birleşmesine olanak tanımıştır. Bu anlamda Ponti, filmleri ile sinema tarihinin yönelimlerini de etkileyen bir figürdür.

Ponti’nin yapımcı olarak önemi, ticari kaygı ile sanatsal cesaret arasında kurduğu nadir dengede yatar. Bir yandan toplumsal duyarlılığı yüksek, riskli filmlere alan açarken diğer yandan İtalyan sinemasını uluslararası ölçekte görünür kılan büyük yapımların da arkasında durmuştur. Bu çift yönlü strateji, Avrupa sanat sineması ile küresel film endüstrisi arasında kalıcı bir köprü kurulmasını sağlamıştır. Ayrıca Sophia Loren’le kurduğu uzun soluklu yaratıcı ortaklık, yıldız sisteminin Avrupa’ya özgü bir versiyonunun doğmasında belirleyici olmuştur.

Bu dosyada yer alan filmler, Carlo Ponti’nin sinema tarihine etkisinin tekil “başyapıtlar” üzerinden değil, süreklilik arz eden bir yapımcı tavrı üzerinden okunması gerektiğini gösterir. Bu seçki; önemli filmleri hatırlatmak ve bugün yapımcılığın geldiği noktayı, sinemanın etik ve politik sorumluluklarıyla birlikte yeniden düşünmek için hazırlanmıştır. Ponti’nin sineması, yapımcının da estetik ve tarihsel anlamda tarih yazabileceğini güçlü biçimde hatırlatır.

Umberto D. (Yön. Vittorio De Sica, 1952)

Umberto D., İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin hem estetik bir doruk noktası hem de etik ve politik açıdan en sert filmlerinden biridir. Film, emekli bir devlet memuru olan Umberto Domenico Ferrari’nin Roma’da giderek artan hayat pahalılığı ve toplumsal dışlanma karşısında verdiği sessiz, neredeyse görünmez mücadeleyi konu alır. Umberto’nun yaşadığı yoksulluk, bireysel bir talihsizlikten çok, savaş sonrası İtalya’da yaşlı bireylerini koruyamayan devletin sosyal yapısının bir sonucudur. Bu yönüyle film, refah devleti söylemine yöneltilmiş dolaylı ama güçlü bir eleştiri niteliği taşır.

De Sica, anlatısını kurarken büyük dramatik çatışmalar ya da duygusal yükselmeleri kullanmayı tercih etmez. Bunun yerine gündelik hayatın küçük kırılmaları üzerinden anlatısını kurar. Umberto’nun ev sahibiyle yaşadığı gerilim, hastanedeki aşağılanma hissi, sokakta giderek silikleşen varlığı ve köpeği Flike ile kurduğu bağ, modern toplumda yaşlılığın nasıl bir yalnızlık ve değersizlik deneyimine dönüştüğünü çarpıcı biçimde ortaya koyar. Amatör oyuncu kullanımı, gerçek mekân çekimleri ve minimal dramatik yapı, filmin belgesel gerçekliğini güçlendirir.

Filmin yapımcılığını üstlenen Carlo Ponti’nin bu projeyi desteklemesi, dönemin ticari beklentileri düşünüldüğünde dikkate değerdir, çünkü Umberto D. ne melodramatik bir rahatlama sunar ne de izleyiciyi teselli eden bir umut vaadiyle sonlanır. Film, dönemin İtalyan hükümeti tarafından “ülkeyi olumsuz gösterdiği” gerekçesiyle eleştirilmiş, bu tepki yapıtın politik niteliğini daha da görünür kılmıştır. Bugün Umberto D, yaşlılık, yoksulluk ve sosyal devlet tartışmalarında hâlâ güncelliğini koruyan, sinemanın toplumsal sorumlulukla kurulabileceğini hatırlatan evrensel bir referans noktası olarak varlığını sürdürmektedir.

The Gold of Naples (Yön. Vittorio De Sica, 1954)

The Gold of Naples, Vittorio De Sica’nın İtalyan Yeni Gerçekçiliği’ni daha esnek, çoğul ve ironik bir anlatı yapısıyla yeniden düşündüğü önemli filmlerden biridir. Napoli’de geçen altı ayrı öyküden oluşan film, kentin gündelik yaşamını, yoksulluğunu, onur duygusunu ve hayatta kalma biçimlerini farklı sınıfsal katmanlar üzerinden resmeder. Episodik yapı, Napoli’yi tek bir hikâyeye indirgemek yerine, çelişkileriyle birlikte yaşayan canlı bir organizma gibi ele alır.

De Sica, Umberto D. ve Bisiklet Hırsızları’ndaki sert ve acımasız gerçekçilikten burada bilinçli olarak uzaklaşır, daha hafif, yer yer mizahi bir ton benimser. Ancak bu yumuşama, politik içeriğin geri çekilmesi anlamına gelmez. Yoksulluk, adalet ve ahlak meseleleri, dramatik krizler yerine gündelik jestler, küçük çatışmalar ve sıradan insanların kararları üzerinden görünür hâle gelir. Sophia Loren’in canlandırdığı pizzacı kadın gibi karakterler; beden, emek ve sınıf ilişkilerini tek bir figürde yoğunlaştırır.

Filmin yapımcılığını üstlenen Carlo Ponti’nin katkısı, yıldız sistemini toplumsal gerçekçilikle uzlaştıran bu yaklaşımı mümkün kılmasında yatar. Ponti, Loren’i parlatan bir vitrin sineması yerine, onu kentsel gerçekliğin içine yerleştirir. The Gold of Naples, yeni gerçekçiliğin katı estetik sınırlarını gevşetirken etik duyarlılığını koruyan bir geçiş filmi olarak hem De Sica’nın sinemasında hem de Ponti’nin yapımcı mirasında özel bir yerde durur.

The Road (Yön. Federico Fellini, 1954)

The Road (La strada) İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nden şiirsel, alegorik ve varoluşçu bir sinema anlayışına geçişin en önemli eşik filmlerinden biri olarak kabul edilir. Federico Fellini yoksulluk, sömürü ve masumiyet temalarını gezgin sirk sanatçıları üzerinden ele alırken, toplumsal gerçekliği doğrudan betimlemek yerine simgesel ve duygusal bir anlatı kurar. Bu yönüyle film, yeni gerçekçi estetiğin sınırlarını aşarak modern Avrupa sinemasının kapısını aralar.

Gelsomina karakteri, saf iyiliği, kırılganlığı ve dünyaya uyumsuzluğuyla savaş sonrası İtalya’nın ruhsal enkazını da temsil eder. Zampanò’nun kaba gücü ve duygusal yoksunluğu ise sınıfsal şiddetin ve erkeklik krizinin bedensel bir tezahürü gibidir. Fellini, bu iki figür........

© Film Hafızası