menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

50. Toronto Film Festivali İzlenimleri #1: Sentimental Value, The Christophers, Hamnet, The Ugly

12 0
12.09.2025

Bu yazıda Sentimental Value, The Christophers, Hamnet ve The Ugly filmlerine dair izlenimler paylaşılacaktır. Filmlerin içerikleri çok derine tartışılmayacak olmakla beraber yazı spoiler içerebilir.

4 Eylül’de başlayan ve 14 Eylül’e kadar devam edecek olan 50. Toronto Uluslararası Film Festivali’ni Fil’m Hafızası ekibi olarak takip ediyoruz. Festivalin ilk haftası oldukça yoğun bir tempoyla geçmekle beraber birçok film dünya, Kuzey Amerika ve Kanada prömiyerlerini gerçekleştirdi bile. Buna rağmen, festivalin seçkisine itibaren birtakım hayal kırıklıkları içinde olduğumuzu söylemek mümkün. Çoğu TIFF müdavimi de katılacaktır ki özellikle son yıllarda Cannes, Venedik ve Locarno gibi daha özenle oluşturulan festival seçkilerine kıyasla TIFF daha kaotik ve odak noktasının her zaman belli olmadığı bir yönde ilerliyor. Bu tabii ki festivalin formatıyla birlikte fonlar ve sermaye tarafından belirlenen, genel uluslararası film piyasası ve sektör içi karmaşıklığı ile de perçinlenen bir durum. Aynı zamanda TIFF’in diğer festivaller gibi belli temalı yarışmalar merkezinde ilerlememesi de daha serbest bir programa müsade ediyor. Filmleri izleyen herkesin oy verebildiği People’s Choice Ödülü ise tam bir Oscar habercisi olarak görülüyor. Oylama, sonuçların açıklanacağı ve ödül töreninin olacağı 14 Eylül tarihine kadar devam etmekte.

Dünya prömiyerini Toronto’da yapması beklenen birtakım filmlerin Telluride ve Venedik’de gösterilmesi de TIFF seyircisini hayal kırıklığına uğratmıştı. İki festivalin de TIFF’ten hemen önce olması nedeniyle bu kesişimler doğal olmakla birlikte TIFF’i atlayıp direkt New York Film Festivali’ne giden filmler de bulunmakta. Aynı zamanda Paul Thomas Anderson’ın çok beklenen filmi One Battle After Another da TIFF’e uğramadan Los Angeles’da dünya prömiyerini yaptı. Yine de, bir festivalin prömiyerlerden ve film piyasasına ait sancılardan çok daha fazla olduğu fikrindeyiz, o yüzden biraz bunlardan uzaklaşıp festivalden ilk izlenimlerimizi paylaşalım. Cannes’dan ödülle dönen filmler de içinde olmak suretiyle şimdiye kadar izlediğimiz filmler dâhil bu sene özgün filmler bulunmakla beraber hiçbirinin tam olarak “işte bu festivalin filmi bu” dedirtmediğini de not düşelim.

Üst üste onlarca film izlendiği zaman doğal olarak aralarında tema ağlarını fark edip birleştirmek bir gereklilik hâline geliyor. Bunlar bazen ölüm, yaşam ve varoluş gibi oldukça geniş yelpazeli temalarken bazen iki film arasında daha keskin çizgiler çekmek de mümkün olabiliyor. Bu yazıyı yazarken de fark ettim ki bu filmlerin hepsinin ortak bir noktası var: sanatçı olarak baba. Bu yaratıcı, sanatkâr baba figürü bahsedilen filmlerde neredeyse tüm anlatıya musallat olan bir kara gölge işlevi görüyor. Son senelerde hem yaratıcı hem yok edici bir figür olarak babayı merkezine alan filmlerin yanında, bu gücü affetmeden sorgulayan anlatılara da şahit oluyoruz.

Sentimental Value (Yön. Joachim Trier)

Oslo, August 31st, Reprise ve The Worst Person in the World gibi filmlere imza atmış olan Joachim Trier, son filmi Sentimental Value ile geçtiğimiz mayıs Cannes’da Büyük Ödül’ü kazanmıştı. Çok ses getiren bu filmin TIFF’de ilk gösterimlerden biri olması şaşırtmadı. Bir tiyatro sanatçısı olan Nora’nın uzun süredir görüşmediği babası Gustav’ın, annesinin cenazesine gelmesiyle aile içi karmaşık ilişki dinamiklerini ortaya koyan film, yönetmen olan Gustav’ın Nora’yı onun için yazdığı senaryoda rol almaya ikna etmeye çalışmasıyla devam ediyor. Baba ve kız aracılığıyla sanat ve gerçeklik üzerine sorular soran, depresif olduğu kadar da şaşırtıcı derecede iç ısıtıcı olan film, Trier’in daha önceki rejilerini de anımsatan yollara başvuruyor. Filmlerinde alışık olduğumuz yavaşça ve sakince inşa edilen o melankoli hissi bu filmde zirveye çıkmış durumda. Buradaki sanatçı baba figürü geçmiş hatalarının bir yere kadar farkında olan fakat bunları tamamen sanatıyla düzeltmeye çalışan, bu yaklaşımı açısından da kızına benzeyen – daha doğrusu Nora Gustav’a benziyor diyebiliriz– bir yaratıcı.

Joachim Trier’in anlamsızlıkla ve ölümle takıntılarındaki Bergman esintileri bu filmde daha da aşikâr hâle gelmiş durumda. Sanatçının kendiyle ve hiçlikle yüzleşmesi ve sonunda aradığı cevabı bulamaması, oldukları ve olamadıkları arasında gidip gelirken anlamsızlıktan anlam yaratmaya........

© Film Hafızası