menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Din Eğitimi ve Dindarlık Üzerine

5 3
previous day

Kendi içinde uyumlu, sağlıklı, barışık kısaca mutlu bir toplumun inşası için, toplumu oluşturan tüm kesimlerin herkesin kabul alanına giren evrensel ilkelerin esas alındığı ortak değerler zemininde hareket etmelerinin yanında; bu zeminin sağlanabilmesi için üst yönetim mekanizmalarının toplumu bu ilkeler üzerinden organize edip, yönlendirmesi de beklenir. Bu organizasyon yine evrensel ilkelerin esas alındığı dinamik bir eğitim sisteminin kurulmasının yanında, eğitim sistemiyle eşgüdüm içinde yürüyecek toplumsal aktörlerinde devreye girmesini zorunlu kılar. Sağlıklı toplum derken aslında yaşamla barışık, kendini tanıyan, çevresini tanıyan, ilgi, istidat ve kabiliyetlerinin farkında olan ve bu farkındalığın gerektirdiği donanımları kazanmış, sosyal duyarlılığı gelişmiş, benlik-kişilik krizleri yaşamayan, varoluşsal meselelerini kendi irade ve tercihleriyle özgür olarak çözüme kavuşturmuş, kişilikli bireylerden bahsedilmektedir. Böyle bir eğitim sisteminin etkili yürütebilmesi için öncelikle makul, mantıklı ve bilimsel verilerin esas alındığı bir müfredat(Program), bu programı etkin bir biçimde işlerliğe sokabilecek nitelikli öğretmen ve tüm bu sistemi(üst-ara-alt) yine bilimsel ve rasyonel ilkeler üzerinden yönetebilecek liyakat esasıyla belirlenmiş yöneticilere ihtiyaç vardır. Bu bileşenlerden birinin olmaması sistemin tökezlemesini sağlayacak ve hedeflere hiçbir zaman ulaşılamayacaktır. Bu çalışmalar içerisinde, insanın ontolojik sorgulamalarına cevap bulabilmesini sağlayacak din eğitiminin de hesaba katılması elbette gerekir. Din eğitiminin metodu her zaman tartışma konusu olmuştur. Bu kritik alana dikkat çekme adına, ana hatlarıyla konuyu ele almaya çalışalım.

İlk ve orta çağ dönemlerinde var olan toplumsal yapıların homojen gruplar olması nedeniyle, bir kabile ya da feodal sosyoloji formu içinde yaşamak kaçınılmaz bir durumdu. Bu mensubiyete ait olanların eğitilme biçimi, o toplumun benimsediği düşünce ve inançlar esas alınarak sürdürülegelmiştir. Düşünce ve inanç olarak benzeşen yapılarda bu durum oldukça normaldir. Aydınlanma dönemiyle birlikte gündeme gelen modern devlet aygıtı, eğitim sistemini kendi soyut kimliği üzerinden inşa etmeye çalışmıştır. Modern devlette, heterojen grupların bir arada problemsiz olarak yaşayabilmeleri, evrensel ilkeler esas alınarak oluşturulan (ortak sözleşme) yasaların etkin yürütülmesine bağlıdır. Yasaların oluşum sürecinde tüm kesimlerin ortak payda ve hassasiyetleri dikkate alınır. Din eğitimi hususunda da bireylere özgürlük alanları tanındığı gibi, devletin her din ve buna bağlı yönelimlere eşit mesafede olması da bir kural olarak kabul edilir. Bu yapıda hedeflenen kimlik “vatandaşlık” bilincidir. Sosyal yapıyı kültürel ögelerin şekillendirmesi olağandır ve aynı zamanda gereklidir. Lakin, devlet mekanizması içerisinde hiçbir zümre ve sınıf imtiyazlı olmayıp; devletin her kesime eşit mesafede durması gerekir. Bu durum, sosyal barış, bütünlük, güven ve sağlıklı bir toplumsal yapı için teminattır. İslam’ın Medine dönemi, bu noktada örnek teşkil edebilecek nitelikte bir uygulamayı (Medine Sözleşmesini) gündeme getirmiştir. Bu uygulama daha sonraki dönemlerde ne yazık ki güncellenememiştir. Yaşadığımız bu çağ içerisinde aynı tarihi geçmişe sahip, aynı coğrafyada yaşayan toplumlar, kültürel kodlarını benzer referanslardan alsa da, hiçbir zaman eski homojenliğini devam ettirememektedir. “Din bir ihtiyaçtır ve bu ihtiyaç nasıl ve hangi yöntemle giderilmeli, sağlıklı bir din öğretimi nasıl olmalı, din eğitimine hangi yaşa aralığında başlamalı ve bu hususta nasıl bir politika oluşturulmalı, din ile kamu düzeni arasında nasıl bir ilişki/denge olmalı,” gibi zor sorular, gündemimizden çıkmayan ve farklı cevapları olan konular olarak bizi sürekli meşgul edecek gibi görünmektedir.

Yapılan arkeolojik kazılar sonucu ortaya çıkan bulgular göstermiştir ki, topluluk haline gelmiş insanlar, kendi yaşam merkezlerini oluştururken kendilerine öncelikle ibadet yerlerini inşa etmişlerdir. Bunun en belirgin örneği Şanlıurfa Göbeklitepe kalıntılarıdır. Arkeologlar bu yerleşim yerinin bir tapınak olabileceği hipotezini gündeme getirmişlerdi. Aydınlanma dönemiyle birlikte dinin fonksiyonlarında belli değişiklik yaşanmış olmasına rağmen, ülkelerin politik tavır belirlemelerinde ve bireylerin varoluşsal sorunlarına cevap verecek tek olgu olarak din olgusu her daim varlığını devam ettirmektedir. Genel anlamda dinin/dinlerin amacı, “insanın yaşadığı zaman ve mekân içerisinde, varoluşsal sorularına cevap vermek ve buna bağlı olarak, insanın dünya ve umut ettiği öte dünya mutluluğunu temin için insanı Tanrı'yla, kendisiyle, diğer insanlarla ve tabiatla tanışık ve barışık olarak yaşamasını sağlamak,” şeklinde özetlenebilir. Özel anlamda, İslam inancına göre İslam’ın tanımı, din bilginlerince şu şekilde ifade edilmiştir: “Din akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilâhî bir kanundur.” Bu tanımdan hareketle dinin amacının, “insanın kendisiyle ve yeryüzünde temas içerisinde olduğu varlıklarla sağlıklı ilişkiler kurarak, kendi türü içerisinde “ortak iyiler” zemininde yaşanabilir bir dünya imar etmek suretiyle, yaratıcısına karşı sorumluluğunu yerine getirme çabası” şeklinde ifade edilebilir.

İslam inanç sisteminin arkaik döneminin (Mekke) ilke/söylem/iddiasına baktığımızda protest bir duruş hemen fark edilir. İmtiyazlı, sermayedar sınıfların halkı sömürdüğü, kölelik düzenin hâkim olduğu ve yoksul ve garibanın hiçe sayıldığı, tanrıya vasıtalar kılınarak (putlar) toplumun dizayn edilmeye çalışıldığı bir sosyal yapıya “la” emriyle müdahale etmiştir. İnsan olmanın onuru ve sorumluluğu, Allah’tan başka hiç kimse ve zümreye boyun eğilmemesi gerektiği üzerinde farkındalık oluşturmaya çalışmıştır. Bu serüven topluca ve bir anlık manifesto gibi gündeme gelmemiştir. Tavsiye ve emirler üzerinde farklı tevil çalışmaları olsa da, yaratıcının emirlerini akıl sahiplerine gönderdiği açıklaması pozitif anlamda aklı esas alan bir yaklaşım olarak görülmelidir. Yaratıcı muhatap aldığı insanın hayatı, olayları ve öğretilerini doğru anlayabilmesi için “düşünmez misiniz?” gibi uyarıları sürekli olarak vurgulamaktadır. Yaratıcı, insanlığa mistik bir yaşamı emretmediği, insanın yaşamla doğrudan irtibat kurarak bir imar çabası içinde olması gerektiğini tembihler. Yeryüzünü imar etmenin yollarının ne olduğu tekil düzeyde açıklamaz; lakin bunu ona bahşettiği akıl/düşünce ile yapması tavsiye edilir ve bu noktada insan sorumlu tutulur. Bu hususla ilgili kutsal metinde onlarca referans bulmak mümkündür.

Yaratıcı kendi emirlerine uyup uymama hususunda insanı özgür bırakmış olup, verilen sorumluluğun neticesinde hesaplaşma işini kendi katına bırakmıştır. Ancak, bu noktada ince bir ayrıntıyı fark etmek gerekir. İnanan bireyin en temel sorumluluğu yeryüzünü imar etmektir. Yaratıcı, yeryüzündeki haksızlığa ve zulme kendisi müdahil olmayıp, sınavın gereği olarak, haksızlık, hukuksuzluk, zulüm gibi tüm kötülükleri yeryüzünden kaldırma görevini insana yüklemiştir.

Bu söylemlerde bir tevildir. Aynı inanç esasları üzerinde şekillenen aynı mezhebin onlarca kolunun, onlarca meşrep üzerinden onlarca yorumu bulunmaktadır. Yani inancın içinde en dar çerçevede bile müşterek bir algı/tasavvur beklemek mümkün olamayacağına göre, dini inancın kesinlikle sezgisel/öznel kabul olduğunu ve bu kabulün herkeste farklı olabileceğini anlamadan din eğitimi üzerine yapılan her şey sonuçsuz kalmasının yanında, inançlar insanlar için hep bir ayrışma/ötekileştirme noktası olacaktır. Bu tespitin yanında çözüme katkı sunması açısından kritik bir öneriyi düşünmekte fayda olacaktır. Din eğitimi özellikle başlangıç aşamasında “tümel” bir bakış açısı üzerinden verilmesi gerekir. Din adına verilen her detay/ayrıntı, ana maksadın ıskalanmasını sağlayacak ve insanlara ayrıntılar üzerinden birbirleriyle sürekli cebelleşme alanı içinde bulacaklardır. Yaşanan acı gerçekler bunun ispatıdır.

Tüm zamanlarda olduğu gibi, günümüzde de din eğitimi en çok tartışılan, konuşulan konuların başında gelir. Aydınlanma sonrası gelişen felsefi düşünceler (pozitivizm, natüralizm, determinizm vs.), deneysel araştırmalar ve pozitif bilimlerdeki gelişmeler sonrasında, bireyin yaşamında ve toplum ilişkilerinde dinin etkisinin azalacağı düşünülse de bireyin ontolojik sorunlarına hiçbir zaman tatmin edici cevaplar bulamamasından dolayı din, tüm zamanlarda gerekliliğini hep hissettirmeye devam etmiştir. Bunun yanında Avrupa toplumlarında sanayi inkılabı ve aydınlanma düşüncesiyle birlikte bireyin özgürleşmesi ve özne olması, devlet/kamu ilişkilerinde kilisenin etkisinin devre dışı kalmasını sağlamış, oluşan yeni durum, dinin yerini/niteliğini yeniden tanımlayarak kamu düzeninde seküler dönemin başlamasını sağlamıştır. Avrupa’nın kilise/din merkezli skolastik yapısı hiçbir değişime izin verilmemiş, toplum dogmaların cenderesinde tutulmuştur. 19. Yüzyıl sonrası Avrupa toplumu, kamu........

© Fikir Coğrafyası