menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Kendi Kanını İçen Aslan

14 13
17.04.2025

Aslan avcılığının yapıldığı neredeyse tüm eski kültürlerde bilinen bir avlanma yöntemi vardır:

Avcı aslan için bir tuzak hazırlar. Bu, içinde kan bulunan bir kaptır. Kabın içinde kırık cam ve benzeri kesiciler vardır. Aslan kan kokusuna gelir, kaptaki kanı yalamaya başlar. Bu sırada dili kesilir, kanamaya başlar ve aslanın kanı önündeki kaba akar. Bir süre sonra aslan artık kendi kanını yalamaktadır. Kanın tadı onu mest etmiştir. Sonunda kendi kanının tadıyla mest olan aslan kan kaybından ölür.

Bu toplum da kendi kanını içen bir aslana dönüştü. Kendisiyle çatışmaktan, kendisine karşı zafer kazanmaktan mest olmuş durumda. Ama mağlup ettiği de kendisi. Peki, kendini hızla kendi sonuna sürükleyen toplum, büyük bir sorunla karşı karşıya olduğunun farkında mı?

Toplumların hayatında ortaya çıkan her sorunun bir tarihi vardır. Büyük sorunlar akşamdan sabaha oluşmaz. Onlarla yüzleşip çözüm yolları aranmadığında, sorunlar halının altına süpürüldüğünde ölümcül bir hastalığa dönüşürler. Tüm günü kurtarmalar yarının kaybedildiği anlamına gelir.

Bu toplumun da yorucu, yıpratıcı bir yakın tarih var. Yaklaşık iki yüz yıldır bitmek tükenmek bilmeyen problemlerle uğraşıyoruz. Problemlerin bir türlü çözülememesine neden olan daha derinde daha kalıcı bir sorunumuz var. Onu da yok sayarak üstesinden gelmeye çalışıyoruz. Ne kadar yok sayılırsa sayılsın onun varlığı takribi iki yüz yıldır defnedilmemiş bir cenaze gibi ortada duruyor. Görmediğinizde kokusu, gördüğünüzde dehşeti tahammül edilir gibi değil. Defnedilmiyor, etrafından dolaşılıyor.

Bir sorunu çözmek için önce bir sorunun olduğunu kabul etmek gerekir. Sonraki aşama da sorunun ne olduğunu doğru tespit etmektir. Ondan sonra yapılacak olan da bu sorunun çözümüne dair doğru yöntemi tespittir. En son aşamada da irade ve gayret göstererek sorunun doğru çözümü için çalışmak gerekir.

Kısaca:

Her ne kadar yokmuş gibi yapılıp görmezden gelinse de, yüksek sesle dillendirilmese de sorun makul insanlar açısından kolaylıkla tespit edilir. Takribi iki yüz yıldır süren bir sorunun varlığını reddetmek pek mümkün değildir. Etnik ve dini açıdan ele alınırsa sorunun tarihini yüz yıllarca geriye götürmek de mümkündür. Ancak İmparatorluğun gerileme döneminden itibaren sorun artık belirgin bir çatışmanın konusudur. Devamında bu çatışma derinleşerek tarafları birbirinden nefret eden düşmanlara dönüştürmüştür. Askeri vesayet dönemlerinde farklı seslerin bastırılması ile “sanki toplumsal birlik” tesis edilmiş gibi görünse de çatışma uygun zaman ve koşullar için ertelenmiştir. Ancak bu düşmanlık ve çatışma içten içe beslenmiş, büyütülmüştür. Dolayısıyla her ne kadar yüksek sesle söylenmese, görmezden gelinse de “büyük bir sorun” vardır.

İkinci aşamada da mesele -eğer taraflarca iyi niyetle ve makul biçimde ele alınacak olursa- sorunun ana hatları “kabaca” şöyle çizilebilir:

Toplumun parçalı bir yapıdan oluştuğu ve bu yapılar arasında bir çatışma olduğu belirgindir. İmparatorluk bakiyesinden bir ulus yaratma motivasyonu belli ki doğru sonuç vermemiştir. Ulus devlet anlayışı ve modernizmin “moda” olduğu bir zamanda imparatorluk bakiyesinden “modern” bir “ulus” yaratmak, sağlıklı bir toplum kurmak hayali maalesef eldeki malzemenin niteliği bakımından pek de mümkün olmamıştır. Hem binlerce yıllık bir geleneğin ürünü olan eldeki bakiye aynı zamanda farklı etnik unsurların toplamıdır. Hem zihniyet hem de etnik aidiyeti modernist bir anlayış ve ulus devlet yöntemleriyle baskıcı biçimde buluşturmak doğru sonuçlar vermemiştir. Askeri, ekonomik ve politik gücün mutlak hakimlerinin, yasama ve yürütme erkini sorgusuz sualsiz aynı hedefe yönelik olarak çoğu zaman da acımasız biçimde kullanması neticesinde kitlenin önemli bir kısmını merkezin dışına itilirken, küçük bir kesimi de yeni yapının tüm nimetlerinin sahibi kılınmış; politik, ekonomik, bürokratik hakimiyet bu kesime verilmiştir. Devamında sermaye, medya, sanat dünyası da bu kesimin kontrolüne verilerek yeni anlayış kendi propagandasını güya “sivil” alanda da ustaca yaptırmıştır.

Toplumun etnik ve dini açıdan yeni anlayışla çatışan kesimi, yer yer paravan örgütlenmelerle, yer yer sivil toplum örgütleri şeklinde organize olma yoluyla var olmaya çalışırken diğer yandan da yeni yaşamın nimetlerinden ya hiç yararlanamamış ya da sınırlı biçimde yararlanmıştır. Bu süreç artık herkesin kabul ettiği uzun yıllar sürecek bir takım mahrumiyetlere hatta kan davasına dönüşecek........

© Fikir Coğrafyası