Kalkanlar, perdeler, geleceksizlik ve bugünsüzlük
Yaşamakla kendini canlı hissetmek arasında bir fark var. İlki malum, belli fonksiyonların sürüyor olmasıyla beliren bir durum. İkincisi ise iradeni, akıp giderken sürükleyen hayata müdahil olabileceğini, değiştirmeye dair gücü hissetmekle ilgili. Var olduğunu hatırlamak. Evrenin ve insanlığın tarihi içine doğmuş, onun bir parçası ve devamı gibi duymak kendini. Kendine politik bir özne olduğunu hatırlatmak.
Toplumsal hareketlerin yükseldiği böyle zamanlarda korku duvarının aşılması, bir eşik olarak tanımlanıyor sıkça. Doğruluk payı vardır ama bu eşiğe sadece başına gelebileceklere dair bir muhasebeyle ve buradan doğan bir kararla varılmıyor. Sanki en önce damarlara zerk edilmiş gibi tüm bedene yayılan bu canlılık, yaşamaya ve değiştirmeye dair bu arzu geçiyor dümene. Bazen kısacık bir zaman diliminde, tek bir hadiseyle, hatta yüklü bir anla birlikte, kendisine, yanındakine, hayatın onsuz yapılmış düzenine bakışı değişebiliyor insanın.
Tarihin bazı anları geliyor, bu düzeni var kılan politik ekonominin işler hatları çıplak göze beliriyor. Sık kullanılmış patikalar gibi değil, kötü ameliyat yaraları gibi dağları, ormanları tıraşlayarak açılmış yollar bunlar. Binlerce yıllık geçmişle ve henüz dün atılmış cilasıyla övünülen devlet aklını bir süpermarkette kasiyere çay paketleri, ayçiçek yağı şişeleri uzatırken görüveriyorsunuz; bugünün cilası da boykotu boykot ederek halkı tekrar para harcamaya özendirmek. Bu mitolojik telaş bir perdeyi çekiveriyor, yurttaşlığı sandık mevsimlerinde oy atmaya ve sonra susmaya, susup da müşteri, tüketici olmaya indirgeyenler sahne kostümsüz yakalanıyor.
Tutuklu şehir plancısı Tayfun Kahraman'ın sorduğu gibi, neden tutuklu bu kadar şehir plancısı var? Neden şehirden başlıyor her şey? Ya da neden en çok sızı yaratan Kent........
© Evrensel
