menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

ABD-Türkiye ilişkisi

37 4
saturday

Öyle sanıyorum ki, yaşanan olaylar bizim algılama ve yorumlama hızımızın üzerinde seyretmektedir. Halkımızın cep telefonuna ya da sosyal medyanın çok çeşitli alanlarına adeta o alanda yapılan yeniliklerden de daha hızlı uyum sağladığını görerek bu cümleye karşı çıkılacaktır. Nasıl çıkılmasın ki, otobüse binerken bir yandan akbilini çantadan çıkarmaya çalışan bir hanımefendi ya da ihtiyar bir adam sanki anasının karnından ağlayarak değil de telefonla konuşarak çıkmış gibi telefonu kulağından uzaklaştıramamaktadır. İşte bütün mesele de neredeyse bu noktada düğümlenmektedir. Güçsüzlüğü örtercesine güç aşığı olmak!

Kurtuluş savaşına gidene dek Osmanlı’nın son hali hiç de iç açıcı değildir. Bunu hepimiz biliyoruz. Bir yandan kuzeyde yükselen komünizm, diğer yanda ise Anadolu’yu viran olarak bırakıp, Viyana kapılarına kadar ne amaçla gittiği belli olmayan Osmanlı’yı Anadolu’ya iterek sıkıştıran her yönü ile yükselen Batı. Ünlü Yazar Amin Maalouf’un Labirent başlıklı kitabında yazdığı gibi, Japonya, Rusya ve Türkiye ya da Osmanlı’nın Batı karşısındaki ezikliği ve yetişme çabalarının hikayesi ilginçtir. Rusya farklı yollardan, Japonya Meiji Restorasyonu adı verilen ünlü değişim planı ile çok mesafe kaydettiler. Peki, Osmanlı’nın yıkılışı ertesi, Kurtuluş Savaşı sonrası yaşanan kıvılcımlı kıpırdanış haricinde “Tüfek icat oldu mertlik bozuldu” teranesi ile oynamak dışında biz ne yaptık? 1948’de Marshall yardımıyla, Altın Çağ’ını yaşayarak hızla kalkınan Avrupa’nın ürünlerine piyasa hizmeti dışında bir şey yapmayıp, bugün kah Avrupa Birliği’ne girelim, kah ABD’yi fazla kızdırmadan durumu idare edelim teraneleri ile günü kurtarmaya çalışıyoruz. İçeride topluma gaz verirken, politikamızı belirlemede rahmetli Ecevit dışında Batı’ya karşı güçlü çıkışımız dahi olamıyor. Neden bu durumdayız? Yanıtını Marx’ın şu veciz ifadesinin arkasında arayabiliriz: Tarihsel süreçte her oluşum önceki dönem olgularının birikimli deviniminin sonucudur.

Biraz gerilere gidelim. Sovyetler mevcutken, stratejik önemi olan Türkiye Batı’dan gördüğü itibarı kendi gücü olarak yorumlama hatasına düştü ne Avrupa halkı gibi ne de Japon halkı gibi disipline olamadığı için hep yardım ve destek minderi üzerinde oturdu. Sovyetler dağılıp, Türkiye’nin stratejik önemi zayıflayınca önümüze açılan sahneyi konfor alanını terk etmemek adına bir türlü kabullenemedik. 1950 Kore Savaşı’na 4 bin 500 kişilik askerle katılırken Türkiye sulh ve sükunda idi, bugün ise Kore ve Türkiye farklı yerlerde. Kore’nin coğrafi konumu nedeniyle müzaheretle muameleye mazhar olduğu doğrudur, fakat bütün olay bununla açıklanmaz.

Gerici iktidarların emperyalistlerle el birliği içinde Türkiye’de ayağa kaldırdığı tarikatlar ve şeyhler düzeni, tüm halkın gözünü gerçeklerden hurafelere çevirmesine ve halkımızın beyninin esir alınmasına yol açarak........

© Evrensel