menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

VAHŞİ KAPİTALİZM

9 0
21.02.2025

Tarihi güçler I. ve II. dünya savaşlarının akabinde iki kutuplu dünyaya son verip insanlığın hafızasına bundan böyle gücün tek kutuplu olduğunu kaydettiler. Zira 11 Eylülden sonra Ortadoğu’da gelişen hadiseler gücün tek merkezde birleştiğinin delili zaten. Yatta konferansıyla Rusya’ya geçici uzlaşmayla bir parmak bal çalan ABD, dünyanın yaşadığı soğuk savaş döneminin bitişiyle birlikte iki kutuplu dünyanın sona erdirilmesini fırsat bilip en son sinsi bir oyunla tüm insanlık 11 Eylül denen krizin eşiğine getirilmiştir. Böylece vahşi kapitalizm bu bahaneyle operasyonlar başlatıp tek kutupluluğunu bir kez daha ilan edivermiş oldu.

Malum, Soğuk Savaş dönemi ABD Dışişleri bakanlarından Dean Acheson 1962 yılında İngiltere’nin imparatorluğunu kaybetmesinin ardından attan inip eşeğe binme halini şöyle tanımlar:

-Büyük Britanya bir imparatorluk kaybetti ve henüz kendine yeni bir rol bulamadı.”

Dile kolay, İngiltere sömürgelerini kaybettikten sonra kendine gelememesi son derece gayet tabii bir durum. Yine de her şeye rağmen İngiliz aklı veya hinliği bu ya, sömürgelerden elini üzerlerinden çekerken de geride üsler bırakarak çekilmesini bilebilmiştir. Derken ABD İngiltere’den gücü devr aldıktan sonra soğuk savaş şartlarının biçimini de değiştirip dünya pazarını kontrol altına almak adına yeni bir güç olarak tarih sahnesine oturuverdi. Yeni güçte tıpkı diğerleri gibi Ortadoğu’yu kontrol etmekle dünyaya egemen olacağını iyi biliyordu. Niye bilmesin ki, önünde bir İngiltere örneği var; baksanıza İngiltere buralardan tası tarağı toplayıp gittiğinde gücünün azaldığını fark etmişti. Ortadoğu haritası üzerinde eski güç olarak İngilizler hâkimiyetini kaybetse de oynanan oyun hala onun eseri. Böylesi bir tabloda dünyanın jandarmalığına soyunan ABD’yi ise karalar bağlamış durumda. Çünkü devr aldığı alanın tamamının Müslümanlarla kaplı olması habire kara kara düşündürüyor onu. Üstelik buralarda yaşayan Müslümanlar Amerika’nın yerleştirmeye çabaladığı tüketim kültürüne hem yabancılar hem de içten içe karşılar da. Dahası Çin ve Hindistan gibi potansiyel güçlerin önüne geçebilmek için kendince Ortadoğu’nun hizaya getirilmesini şart görüyor. Her şeyden öte İslam dininin varlığı onu tâ baştan kaygılandırmaya yetiyor. Bu yüzden yürürlüğe koyduğu sisteme tavır koyanlara alelacele terör damgası vurulup etiketleniyor da. Adeta cümle âleme safınızı belirleyin ültimatomu verilerek; ya bizden yana tavır alırsınız ya da öteki muamelesi görürsünüz deniliyor.

Belli ki onlar ve şunlar, ötekiler ve biz ayırımı bizim tercihimiz değildi. Sadece bize giydirilmeye çalışılan bir tasnifti bu. İnsan haklarından dem vurmak kendi coğrafyalarında geçerli akçeymiş meğer. Hak, hukuk, demokrasi ve hürriyet gibi kavramları bir erdemlilik olarak kabul ettiklerinden değil elbet, bilakis bir arada tutunmanın şartı olarak kendi aralarında al gülüm ver gülüm hesabı yaptıkları anlaşmadan ötürü dillerine dolamak içindir. İnsan hakları dedikleri şey birbirlerini garantiye almak ya da kazaya uğramamak adına haramilik duygularını bastırmak uğruna anlaştıkları kadife eldiven içinde demir yumruk olmaktan başka bir anlamı yok zaten. Maalesef evrensel değerler kendileri için var, dışarıya karşı ise bu kapalılık demektir. Şöyle ki; evrensel değerler sınırların ötesine geçtiğinde hemen unutulup zulme uğrayan ülkelerin sesini kısmak için koz olarak vardır. Kaldı ki sesini çıkarsan da çıkarmasan da yaşlı çocuk demeden barbarca saldırılar düzenlenebiliyor..

Dur durak bilmeyen saldırılar karşısında Türkiye içinden de bazı aklı evvellerin talihsiz açıklamaları yürekleri daha da burkuyor. Bir takım çevreler hala Suriye’de, Yemende, Libya’da, Filistin’de, Lübnan’da Bosna’da ne işimiz var türünden beyanlarla içimizi sızlatmaktan geri durmuyorlar. Bu da yetmezmiş gibi maceraya ne gerek var, o ülkelerin özel problemi demezler mi? Anlaşılan “bana dokunmayan kırk yıl yaşasın” laf ebeliğinin arka planında nesnel takılmamızı öngörmek vardır. Bir gün ateşin kendi bacalarını da sardığını gördüklerinde elbette ki öznel takılmak neymiş onun bedelini fark edecekler fark etmesine ama iş işten geçmiş olacak. Baksanıza bizi hem içerden hem de dışardan öyle bir hale getirdiler ki nerede bir Müslüman’ın ayağına diken batmış olsa onun acısını yüreğimizde hissederiz denen o yüce Nebevi anlayışı mumla arar olduk. Zaten o anlayış olmadığından hala tek başına zenginliğin kurtuluş olduğunu sanıp aşktan, merhametten ve ruhumuzu terennüm eden erdemlilikten yoksun o duygusuz güç odakların bombalarına kayıtsız kalıyoruz habire. Zulüm karşısında direnme zihinlerimizde cihat çağrışımı yapıyorsa biliniz ki korkunun ecele faydası yoktur. Düşünsenize bize bu coğrafyayı emanet eden atalarımızı öldürmeye gelip de insanlığın bizde dirildiğini ne çabuk unuttuk pes doğrusu. Oysa tarih Osmanlıya karşı öfke duyan hiçbir milleti iyilik sembolü olarak kaydetmedi kaydetmez de. Zira Osmanlıda kılıç sadece adaleti ve huzuru tesis eden bir araçtı. Nitekim G.R. Elton şöyle der: Osmanlı Türkleri fethettikleri halkları sürmeye veya yerlerinden çıkarmaya kalkmadılar; feodal toprak sahibi bir yönetici sınıfı getirmekle yetindiler. İkisi........

© Enpolitik