menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

TARİHİ KİMLİĞİMİZLE BARIŞIK DEMOKRASİ

13 0
23.08.2024

Tabana dayanmayan siyasi hareketler, tepeden oluşturdukları bir takım oligarşik yapılarla katılımcı demokratik anlayışın önüne sed çekebiliyorlar. Malum çıkara dayalı ilişki ağları bunu gerektirir, onlardan başka ne beklenirdi ki zaten. Maalesef huylu huyundan vazgeçmediği içindir tabana dayanmayan siyasi oluşumların iktidara gelmeleri hep çıkmaz bir kuyu olmuştur. Halkı dışlamakla bir yere varılamayacağı muhakkak. Varılsa da, varılacak yer besbelli, siyasi alanda havlu atmak olacaktır. Bir siyasi parti düşünün ki geleceğini liderin iki dudağı arasından çıkacak cümlelere bağlamış durumda, elbette böyle bir partinin eninde sonunda siyasi arenada havlu atması kaçınılmazdır. Ki, bu durum Duverger’in dilinde ‘Halksız demokrasi’ diye tanımlanır.

Şu da var ki, halka rağmen halksız oluşturulan yapılanmaların demokrasiyi kesintiye uğratıp güç kazanmalarında hantallaştırılmış hale bürünmemizin etkisi çok büyük. Baksanıza geldiğimiz noktada hala tam manasıyla sivil örgütlenmemizi tamamlamış değiliz, dağınık derbeder bir görünüm haldeyiz adeta. Artık her ne sebepten hantallaştırılmış olsak da bir an evvel üzerimizdeki miskinliği atmak gerekir. Dahası ‘Ey Türk titre ve kendine dön’ misali dirilişe geçmemiz gerekiyor. Aksi halde bir takım mahfiller halkın organize olmamış halini fırsat bilip siyasi partilerin ve diğer sivil toplum oluşumların yönetim kadrolarını istedikleri biçimde dizayn etme cesaretini kendilerinde bulacaktır. İcabında bununla da yetinmeyip siyasi arenada ki boşluktan istifade ederekten tüm siyasi ve sivil organizasyonların vitrinini tepeden inmeci elitist (ayan-eşraf) zihniyetteki insanlarla donatacaklardır. Ki, jakoben zihniyet halkla barışık olmayan bir zihniyettir. Onlar sadece batıyla barışıktırlar. Ancak bu nasıl batıyla barışık olmaksa tavaf ettikleri batı dünyası kendi kültürel ve yerel değerlerini modernleşmenin önünde engel görmedikleri gibi kendi ruh köklerine asla taviz vermeksizin kökten bağlılarda. Nasıl mı? İşte Protestan ahlaktan beslenen kapitalizm bunun en tipik göstergesi. O halde şimdi sormak zamanıdır, kültürel değerlere sıkı sıkıya bağlı olan halkımız mı medeni, yoksa batıyı körü körüne taklit edip kendini elit sanan bir avuç tabaka mı medeni? Değim yerindeyse Mısırda ki sağır sultanda bilir ki, asıl şimdiye kadar ferasetiyle pek çok olayın üstesinden gelen halkımız medenidir. Yine aynı şeyi medeniyetler arasında sorguladığımızda Türk-İslam Medeniyetinin diğer medeniyetlerden en dikkat çeken yanı, engin birikimini fark ettiren medeniyet olmasıdır. Kaldı ki, fark edilmese de gücü etkisinde gizli bir medeniyettir.

Bakınız İbn-i Haldun medeniyetlerin kuruluş, yükseliş ve düşüşünü sosyolojik açıdan dile getirirken, asabiyetin (toplum dayanışmasının) zayıflamasını tıpkı günümüz üstatlarından Cemil Meriç’in ifade ettiği şekliyle bir kavmin yaptıklarının ve ürettiklerinin bütünü, içtimai ve dini düzen, adetler ve inançlar anlamında 'umran'ın yıkılışına neden olacak sosyolojik bir vaka olarak izah eder. Ancak şu da var ki, asabiyetin zayıflamasının ardından gelen çöküşler aynı zamanda yeni bir kutlu doğumun muştusu da olabiliyor. Zira Osmanlı ansızın kendi kendine doğa gelmemiştir, hiç kuşku yoktur ki kendinden önce çöküş sürecindeki Selçuklunun ardından bıraktığı medeniyet birikiminden aldığı ilhamla doğa gelmiştir. Nitekim Osmanlının doğuşunda Selçukludan devr alınan 260 yıllık çok büyük tecrübe edilmiş bir medeniyet birikiminin varlığı söz konusudur. Ve bu engin birikim Osmanlı’yı yeni ufuklara kanatlandırmaya ziyadesiyle yetmiş artmışta. Hiç kuşkusuz Selçukluda kendi kendine doğa gelmedi, bilakis Selçuklunun doğuşunda Asyatik kültür kodlarının çok büyük etken unsur olmuştur. Zaten Osmanlı’ya gelen tüm halkaları bütünleştirdiğimizde başta İslami değerler olmak üzere hem Asyatik kültür kodlarının hem Selçuklu kültür ve medeniyet kodlarının Türk-İslam Medeniyetinin olgunlaşıp dal budak salmasında en önemli tecrübi birikim olduğu ortaya çıkar. Ve kökü mazide olan bu tecrübi birikimler Devlet-i Aliyye'yi üç kıtada cihanşümul devlet yapar da.

Osmanlı devlet teşkilatına baktığımızda gerek askeri kanat olsun, gerekse idari kanat olsun hiç fark etmez, sonuçta teşkilat şeması reayanın (halkın) ruhuna uygun bir yapıda olduğu görülür. Hem bu öyle bir teşkilat ağıdır ki, Osmanlı'yı altı yüz yıl ayakta tutmaya yetmiştir. Ne mutlu bu teşkilat ağının tabanında bulunan tebaaya ki, Allah’a itaati mutlak manada esas kabul etmek kaydıyla Ulu’l Emre tabii olmuşlardır.

Peki ya Divan-ı Hümayun? Adı üzerinde Divan-ı Hümayun, dolayısıyla devletin en önemli karar organı merkezi bir teşkilat olması bir yana geçmişinden gelen büyük bir birikim ve İslam’ın öngördüğü ilkeler doğrultusunda halkın hizmetkârı bir rol üstlenmiş Osmanlı hükümetidir. Bu bir anlamda hadim devlet (halka hizmetkâr) rolünün yerine getirmenin ifasıdır. Bir başka ifadeyle halkın devlete olan candan bağlılığını karşılıksız bırakmayan bir anlayışın uygulanış biçimidir. Zaten Osmanlının amaç edindiği Nizam-ı âlem ülküsü denen hadise Asyatik kültür, Selçuklu kilimi ve İslam’ın kattığı o engin hizmetkârlık bilincinin ortaya koyduğu üçlü sacayağı bileşkesi uygulamasından başka bir şey değildir. İşte Osmanlı bürokrasisi bu üçlü sacayağı senteziyle yoğrula yoğrula topluma dayalı teşkilatlanma projesi ortaya koyup böylece Nizam-ı âlem ülküsüne derinlik katmıştır. Düşünsenize Osmanlı kuruluş aşamasında Söğüt’te otağında 200 çadırlık yerel beylik halde iken bile Moğol kasırgasının etkisiyle sınır uçlarına yerleşen Gaziyan-ı Rum, Ahıyan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum ve Abdalan-ı Rum gibi organize olmuş teşekküllerle hareket edip öyle cihanşümul devlet olmuştur. İyi ki de bu tip organize olmuş teşekküllerle hareket etmiş, aksi halde o büyük dayanışma, o büyük diriliş gerçekleşemezdi. Hele bunlar içerisinde Ahıyan-ı Rum örgütlenmesine şöyle bir göz attığımızda, ahi ocağının köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir dolaşıp sınır boylarında güvenlik koridoru oluşturmasından tutunda başta ticari faaliyetler olmak üzere hemen her alanda aktif rol üstlendiği görülecektir. Ama bu aktif teşkilat varlığını nereye kadar sürdürülecektir derseniz, Osmanlının kuruluş mayasını oluşturan o müthiş toplumsal dayanışma ruhunun (katılımcılık ruhunun) aşınacağı döneme kadardır maalesef. Derken bu dayanışma ruhunun aşınmasıyla birlikte yükselişteki organize teşekküllerin yerini ayanlık ve feodalleşme eğiliminde olan bayağılık alacaktır. Ne diyelim, işte görüyorsunuz merkezi teşkilat yapımızın güçlü olduğu dönemlere bir bakıyorsun asla ve kat’a feodal yapılanmalara geçit verilmezdi. Kahır ekseriya tüm işler ağırlıklı olarak merkezden yürütülürdü hep. Ne zaman ki, merkezi sistem çatırdamaya başlar, işte bu çatırdamalar eşliğinde hem........

© Enpolitik


Get it on Google Play