İÇ AHVALİMİZDE HALK BİR DAĞ KADAR SESSİZ
Bir zamanlar dünya ölçeğinde dış gelişmeler yaşanırken, Türkiye'de ise 'Yurtta sulh, cihanda sulh' ekseni doğrultusunda pek suya sabuna dokunulmayan içe kapanık bir dış politika izlenmiştir hep. Hatta bu politikaya destekliyecek suni uluşçuluk faaliyetleride bu işin tuzu ve biberi olmuştur.
Malum bir zamanlar izlenen ulusçu-ulusal politikalarla içte ve dışta barış rüzgârları esti mi dersiniz? Ne mümkün, ulusalcılığın slogancılıktan öte içi boş bir balon olduğu ortaya çıkıp ülkemiz etnik, mezhebi, meşrebi ve ideolojik kavgalara sahne oldu. Oysaki ulusalcılık tabanın sesine kulak vermeyi gerektirirdi. Ama gel gör ki; bizde tam tersi bir uygulamayla tavanın sesine kulak vermek ulusalcılık olarak addedilmiştir hep. Peki, tavanın sesine kulak verildi de ne oldu, çağdaşlık kılıfı altında halka dayatılan elbise bir türlü dikiş tutmadı. Hem nasıl dikiş tutsun ki, bir kere insanımıza giydirilmeye çalışılan elbisenin dar geldiği o kadar kendini belli etmişti ki, 2002 sonrası hükümetin bir umutla kardeşlik projesi adı altında yürüttüğü onca çözüm çabaları bile bu dikiş tutamaması yüzünden bir anda çözüm süreci gümbürtüye gidiverdi. Hakeza birilerinin ‘Milli Birlik Kardeşlik Projeleri’nden çok fena halde canı sıkılmış oldukları o kadar net açıktı ki, “Madem sizler Batıdan ithal ettiğimiz elbiseyi giymek istemiyorsunuz, o halde bizde sizin yerli kardeşlik projesine yönelik elbiseleri giydirmeyiz” türünden bir mesajla çözüm sürecini baltalamak için ellerinden gelen tüm kozları oynamaktan geri durmadılar. Örnek mi? İşte Gezi kalkışması, İşte 17-25 Aralık Paralel Devlet Darbe Girişimi rezaleti, İşte 2015 Kasım seçimleri öncesinde gerçekleşen Suruç katliamı, İşte Ankara Tren Garı canlı bomba hadiseleri bunun en can alıcı örneklerini teşkil etmekte zaten. Hem kaldı ki Türkiye’de ne zaman etnik meseleleri çözme noktasında bir irade ortaya konulmaya kalkışılsa bir bakıyorsun çözüm süreci bir şekilde bu tür hadiselerle bir anda rafa kalkabiliyor. Keza icabında buzdolabında beklemeye de alınabiliyor. Dış ve iç mihraklar şunu çok iyi biliyorlar ki, bu doğurgan topraklarda yeniden kardeşlik projesi neşet bulduğunda Özal’ın muştuladığı o “21. yüzyıl Türk asrı olacak” sözü bir hayal değil tam tamına hakikatin tâ kendisi olacaktır. Dolayısıyla iç ve dış mihraklar bizim asla ve kat’a iri ve diri olmamızı istemezler.
Peki ya, şu dış mihrakların kendileri aralarındaki ilişkileri hangi düzlemde ilerlemekte? Bu soruya cevaben ‘Al gülüm ver gülüm’ çerçevesinde devam eden bir ilişki düzeninin varlığı söz konusudur dersek yeridir. Bakmayın siz onların öyle, Hiristiyan ittifakı bir görünüm vermelerine, kazın ayağı hiçte öyle değil, habire Ortadoğu bölgesinde pastadan pay alabilmek uğruna birbirleri arasında çıkar çatışması içerisine girmiş durumdalardır. Her ne kadar bu kıyasıya rekabet içerisinde kendi aralarında yaşanan çıkar kavgalarını pek dışa yansıtmasalar da uluslararası arenadaki yoğun diplomasi trafiğinden bunu anlamak pekâlâ mümkün. İlginçtir kendi aralarında cereyan eden bu çıkar kavgaları içerisinde nasıl oluyorsa bu arada Türkiye’ye de zaman ayırıp bizim içinde kendi kendilerine rol biçip bunun adı: asla kendi haline bırakılmaması, daima gözönünde ve mercek altında tutulması gereken bir formatta kalması rolüdür. Besbelli ki, Türkiye’nin bu formatta kalmasında karar kılınması kendi etkin gücünden dolayı değil, bilakis engin tarihi birikimiyle Ortadoğu’da tek potansiyel denge unsuru bir ülke olma özelliğinin yanı sıra aynı zamanda stratejik geçiş yolları üzerinde köprü konumunda bir ülke olmamızdır. Nitekim böylesi bir engin tarihi birikime, jeopolitik ve stratejik öneme haiz böylesi cennet vatan ülkemizin uluslararası arenada hiçbir zaman es geçilecek bir ülke olmayacağı çok açık. İşte bu gerçeklerden hareketle Ortadoğu’ya saldıkları istihbarat ağları vasıtasıyla kendi aralarında ki rekabetlerinde tek mutabık kaldıkları ortak payda: Türkiye üzerinden gerçekleşecek bir takım hesap ve çıkar ilişkisidir. Derken kendi aralarında seyreden çıkar ilişkisine dayalı kurguladıkları düzeni korumak adına zaman zaman bize ayağınızı denk alın dercesine “ülkenizde terör çıkarırız” tehdidiyle gözdağı verip ayar çekebiliyorlar da. Bakmayın siz öyle NATO’da müttefik devlet oluşumuza, asıl bakmamız gereken husus terör hadiselerinin arka planında hangi çıkar ilişkiler ağıyla üzerimizde ne gibi dolapların çevrildiği noktasına odaklanmamız çok mühim bir husustur.
Hele ki şöyle 90’lı yıllara uzanıp o günlerin genel fotoğrafına bir baktığımızda ülkemiz o günden bugüne sadece ekonomik pazar kavgası veren ülkelerin güç gösterisi rekabetine sahne olmamış, ayrıca PKK terör örgütüyle de başımızın ağrıtıldığına şahit olduk. Sadece başımız ağrıtılsa yine gam yemeyiz, hakkımızda PKK kartıyla adeta “al bunla oyalan ve debelen” denilmiştir adeta. Ve halen bu kovalamaca oyun devam ediyor da. Öyle ya, madem bu oyun halen devam ediyor, o halde şu an önümüzde iki kavşak noktası var; ya yeniden kardeş olup birlik ve dirliğimizin gereklerini yerine getireceğiz ya da birbirimizin kuyusunu kazıyıp terörsüz Türkiye hedefinden uzak iç meselelerimizle debelenmek olacaktır. Hiç kuşkusuz bizim tarihi tecrübemiz kardeş olmaktan yana bir tavır ortaya koymayı gerektirir.
Bakınız, Demirperde ülkeleri ne zaman ki bağımsızlıklarına kavuşup değişimin gereklerini yerine getirmekle gelişme trendine girdiler, işte o gün bugündür gerçek anlamda bağımsız ülke olduklarının farkına vardılar. Düşünsenize Macaristan bağımsız ülke konuma gelir gelmez Avrupa Birliğine girme aşamalarından mesafe kat edip üyeliği gerçekleşir de. Hele bir zamanların Nazi Almanya’sı nasıl derseniz, artık o da Naziliğin tam aksi istikametinde dünya ölçeğinde demokrasinin merkezi görünümü veren bir Almanya olmanın eşiğine gelmiş durumda. Üstelik hem Almanya hem de Japonya I. ve II. Dünya savaşlarının toz duman ağır harabeleri altından çıkmasını bilip süper güçlerle yarışır duruma gelebildiler de. Malum Osmanlı sonrası çiçeği burnunda yeni kurulan Türkiye’miz ise m I. ve II. Dünya savaşlarının toz duman ağır harabeleri altından çıkacak hamleyi yapamayınca ister istemez süper güçlerin gerisinde yerimizde sayar olduk. Maalesef ülkemizin yerinde sayar olmasına neden olan ana etken unsur her on yılda bir askeri darbelerle ayar çekilir olmasıdır. O darbe yıllarını yaşayanlar çok iyi bilir ki, sürekli içte ve dışta balans ayarı çekilmeye maruz kalan Türkiye’nin ne mümkündür ki üzerindeki tüm vesayet zincirlerini kırmadan çağlar üzerinde sıçrama hamlesi yapabilmiş olsun. Dolayısıyla geçmişte birileri kalkıp da darbe dönemlerinde geri kalışımızı sırf günah........
© Enpolitik
