FAZIL ŞEHİRLER VE VÜCUT SARAYI
Eskiden şehir denince halktan kopuk insanlar veya kelli felli adamların, kısaca elitlerin mesken edindikleri yerler akla gelirdi. Kentin arka mahallelerinde yerleşip geleneksel kimliğini koruyan toplulukları ise varoş sakinleri bilirdik. Ancak şimdilerde şehir profili değişikliğe uğrayınca günümüz şehirlerinde tek tip insan yerine çok tip insan görünümü vermekte. Şehirlerimiz tek boyutlu bir resim değil artık. Kentlerin çehresi değişince, ister istemez şehirlerde tek tip halk, tek tip akademisyen ve tek tip siyasi görüşe rastlanılmıyor. Belli ki kırsal bölgelerden gelen insanlar kentin göbeklerine yerleşince çoğulculuğun hâkim olduğu çok renkli bir şehir hüviyetinin doğması kaçınılmaz kılıyor. Derken kentin yeni sahipleri yerel kimliklerini de buralara taşımış oluyorlar. Hatta kentin yeni sahipleri buralarda kariyer edinmiş durumdalar. Bu durum ister istemez yeni bir şehir prototipini gözler önüne seriyor. Her ne kadar kimileri sırça köşklerinde bu gelişmelerden pek hoşnut olmasa da değişim kaçınılmaz. Hele hele her şeyin hızla değiştiği günümüzde İslami dünya görüşüne sahip insanların kentin görünümünü değiştirdiği bir sır değil artık, üstelik bu görünüm şehrin toprağına, taşına yeni bir ruh işliyor da. Bakalım bu yeni ruh kendini elit sanan çevrelerce nasıl karşılanacak. Onlar bu durumu düşüne dursun her iki taraf içinde karşılıklı değişimin yaşandığı bir süreci yaşıyoruz. Şayet gelenek ve modernleşme çatışmaya dönüşmeden bir arada farklılıklarımızla birlikte yaşayabiliyorsak gelecekte fazıl şehirlerin boy vereceğinden söz edebiliriz. Bir başka ifadeyle yaşadığımız şehirler ruhumuzu çalmadıkça, yaşamak asla işkence olmayacak, bilakis o şehir insana canan olacaktır. Yeter ki; fazıl şehirlerin oluşumu için kültürel faaliyetlere hız verilsin bak o zaman bir zaman atalarımızın yaşadığı medeni hayat neymiş o zaman idrakine varmış olacağız.
Bir zamanlar kentin varoşlarındaki Fatma ninenin eşarbı, ya da Ayşe bacımızın çarşafı mesele olmuyordu. Ne zaman ki yerel giysiler üniversite alanlarında görülmeye başlandı, işte o zaman kızılca kıyamet kopmaya başladı diyebiliriz. Bir kısım zinde güçler amansız bir takiple mazlumların peşinde gölge ağlar oluşturup habire şehirleri zindan şehirlere çeviriyorlardı. Oysa bu şehirlerde bir yabancı gibi yaşamak istemiyorduk, kendi öz yurdumuzda kovulmuşluk hissi kanımıza dokunuyordu. Şehrin kaldırımlarında ve caddelerinden akan onca yığınlar arasında öteki görülüp kendi öz yurdumuzda parya durumuna düşürülmek bize ölümden beter geliyordu. Nasıl ölümden beter gelmesin ki; ön yargıların tutsağından kurtulmak adına insan hakları çerçevesinde meseleyi dış platforma taşıma ihtiyacı hâsıl olmuştu çünkü. Maalesef iç hukuk kuralları ihlal edilince çareyi dış hukuk kanallarında aramaya koyulundu. Olur ya insan haklarından sıkça bahsedildiği dünyamızda başörtü bir özgürlük ve bir insan hakkı olarak yankı bulur diye bu yönteme başvuruldu. Düşünsenize bir zamanlar 28 Şubat kasırgası bu ülke semalarına kara bulut gibi çökmüştü. Anadolu kadınının tarlada tumbda yetiştirdiği biricik kız evladını gönderdiği şehrin üniversite kapısında azarlanıp paylanması içler acısı utanç bir tabloydu. Onlar kendi öz yurdunda parya durumuna düşürülse de vermiş oldukları o müthiş özgürlük mücadelesi belki de Cumhuriyet tarihinde bir ilk adım atmanın ötesinde ilerisinde büyük bir dönüşümün yaşanacağının muştusunu veren ilk miladi tarihti. Malum bir zamanlar kimi çevrelerin diz boyu ihanetleri karşısında o günkü şehirler başörtü mağduru kızların gözyaşına sahne olmuştu. Genç kızların üniversite kapılarında veya ikna odalarında direnmesi yüreklerinde hissettikleri inancın gereği bir direnişti. Nasıl direnmesinler ki, başörtüsüne uzanan el hürriyeti zindana atıyordu. Adeta hürriyet bu mazlumlar için boyunlarında asılı bir halkaydı. Bu yüzden sivil inisiyatiflerini ortaya koyup yılmadan, usanmadan ve pes etmeden iç ve dış dünyada hak arama sonucu vicdanlarda ‘yeni yerliler’ olmaya çoktan hak kazandılar da.
Neyse ki onca yapılan özgürlük mücadelelerin neticesinde nihayet 2013 itibariyle artık bildik o malum eski yerliler yeni tabloya alışmış olsalar gerek onları öcü görmüyor, eskisi gibi garipsemiyorlar. İnşallah Yeni Türkiye Yüzyılında da başörtü meselesinin tamamen gündemden düşeceğini umuyoruz, bu konuda ümit varız da. Kelimenin tam anlamıyla başörtülü kadının bu çağda gösterdiği bu mücadele azmi kültürel alanda yapılan en büyük modern hareket olarak tarihe geçmiştir. Anadolu kadınının eşarbı şehre yeni renk katmanın yanı sıra kariyerde edinip, çağın en büyük değişimi gerçekleşmiştir. Böylece Anadolu insanı profili ile şehrin yeni profil tipi birleşip aksiyon doğmuştur. Hakeza Milli Mücadelede cepheden cepheye lojistik destekte bulunup adeta yedi düvele karşı destan yazan kadınlarımız, günümüzde aynı ruh ve heyecanla şehir merkezlerimize renk katıp bir başka değişim destanı yazmışlardır. İşte sosyal hayata müspet yönde tesir eden böyle bir dönüşüme can kurban dersek yeridir. Bundan da öte içtimai dönüşümde en önemli dinamik rolü ifa eden ‘bu şehrin yeni yerlileri’ adından çokça söz ettirip tarihe not düşmüşlerdir.
Artık kent merkezlerinin o donuk yüzü ‘Yeni yerliler’ sayesinde daha önce görülmeyen sosyal dayanışma selam alıp verme meselesinde bile fark edilmeye başlandı........
© Enpolitik
visit website