ANAYASA VE LAİKLİK TARTIŞMALARI
Kıblemizi Batıya çevirmek isteyen güruhun başını Mustafa Reşit, Ali ve Fuat Paşalar çekiyordu. Öyle ki bu üçlü Avrupalılara güvence vermek adına batıcılık davası güderken Avrupalılar da, “Islahat, ıslahat...” diye başımızda boza pişiriyorlardı. Zaten birileri de batılılara çıkıp; “İç işlerimize karışamazsınız” diyemiyordu. Derken bu güruh kendi öz yurdunda evlatlarını parya haline getirecek farklı milliyetlerden müteşekkil Meclis-i Mebusanın oluşmasına vesile oldular. Elbette ki kurulan Meclis-i Mebussan milletimizin kendi evlatlarından oluşan meclis olsa gam yemeyiz. Maalesef kurulan bu Meclis-i Mebussan bir süre sonra Devlet-i Aliye'yi şu meşhur 1877–1878 Türk Rus savaşına (93 Harbine) sürükleyen bir rol üstlenecektir. Her ne kadar yetkileri elinden alınan Ulu Hakan Abdülhamit Han, bu savaşa girmemek için çok çaba sarf ettiyse de tüm gayretleri sonuçsuz kalmıştır. Akabinde Ulu Hakan’ın tahttan alaşağı edilmesiyle birlikte Devlet-i Aliye’nin lüzumu da azalmış olur. Böylece 10 yıl gibi kısa bir zaman dilimi içerisinde çağ açıp çağ kapayan cihanşümul devletimiz erimeye yüz tutup koca imparatorluk çöküşün eşiğine gelir.
Malumunuz adına Tanzimat denen Gülhane Hattı Hümayunu, I. Kanuni Esasi (Midhat Paşa reçetesi), II. Meşrutiyet ve İttihat Terakki vs. denemeleri başlıca batılılaşmanın ilk sacayaklarıdır. O gün bugündür hala batı’nın kapısını çalıyor, her seferinde yeni reçetelerle ülkemize dönüldüğünde “İnkılâp, inkılâp...” diye çığlıklar atılıp sevindirik olunuyor, ama gelinen noktada Avrupa yolculuğunda pekte mesafe kat etmiş sayılmayız. Bakınız demir perde ülkeleri bile bağımsızlıklarına kavuşur kavuşmaz fazla oyalanmaksızın Avrupa Birliğine üye olmayı başarabilmişlerken, ülkemiz ise bekleme salonunda halen umut tazelemekte. Neyse ki Tayyip Erdoğan'ın iktidara gelmesiyle birlikte Avrupa Birliği yolculuğunda müzakere almayı başarabilmişiz.
Avrupa yolunda uzun ince bir yoldan geçerken maalesef ne batı bizi anlayabilmiş, ne de biz batı’yı. Şöyle ki; Tanzimat’la başlayan bu süreç yüzey üstü batı sevdasıyla birlikte İttihat Terakki komiteciliğine dönüşmüş, günümüzde ise bir başka değişik rollere bürünüp darbeci oluşumların türemesine çanak açan bir tablo ortaya çıkarmıştır. Anlaşılan Tanzimat’tan bu yana batıyı tavaf ediyoruz, ancak bir türlü çağdaşlaşma tutkumuzu nihayetlendiremiyoruz. Oysaki böylesi bir tutku için Tanzimat metnine lüzum yoktu, zaten yazılı fermanda bulunan maddeler o günün şartlarında yürürlükte olan şeriatta fazlasıyla mevcuttu. Dolayısıyla buna ferman demekten ziyade bir kılıf demek daha doğru olurdu.
Dün olduğu gibi bugünde tuhaf bir batılılaşma süreci yaşıyoruz. Belli ki bu süreçler uzadıkça birilerinin değirmenin su taşıyıp işine yaramaktadır. Baksanıza vesayet odakları tepeden ve jakoben dayatmacı yöntemlerle insanımızı önce uysal koyun rolünde refleksiz kılıp sonra sırça köşklerinde rahat uyumanın keyfini çıkarıyorlar. Onlar keyif çaka dursun Özal ve Erdoğan dönemlerinde içi boş çağdaşlık macerası uğruna telef edilen insanımız bir nebze olsun tabandan tavana yapılanma sürecini başlatacak demokratik uygulamalar sayesinde rahat nefes alabilmiştir. Bu nefes insanımızın silkinip uyanmasına ziyadesiyle yetmiştir dersek yeridir. Bu öyle bir uyanıştı ki o keyif çakan vesayet altında ülkeyi idare eden ne kadar eski kafalı, ne kadar kokuşmuş zihniyete sahip lider ve partileri varsa hepsini sandığa gömecek derecede gereken mesajı vermiştir. Belli ki kitleler günü geldiğinde bir yandan Milli, Sivil ve Katılımcı Anayasanın oluşumu için destek verirken, öte yandan da idari mekanizmada kendi katılımcılığının kabul görüleceği bir yönetim modelinden yana tavır koyabiliyor.
Malumunuz 12 Eylül 1980 darbe anayasası bir öncekilere rahmet okutturacak derecede yarınlarımızı karartmıştır. Anayasanın bir kısım maddeleri batıdan aktarılmış kanunlarla cilalanmış ama batı normlarından uzak, bir o kadar da yasakçı ve tanımı yapılmamış laikliği koruyacak maddelerle donatılmıştır. Oysa laikliğin korunmaya ihtiyacı yoktur. Nitekim bu koruma dürtüsüyle batıda uygulanan laikliği de anlayamamışız. Zaten her şeyi doğru düzgün idrak edebilseydik Tanzimat’tan bugüne kadar uzanan batılılaşma süreci fiyaskoyla sonuçlanmazdı. Anlaşılan meselenin temelinde katı devletçilik ve katı laikçilik anlayışı yatmaktadır. Maalesef müspet anlamda laiklik anlayışını bir takım zinde güçler insanımıza çok görüyorlar. Zaten Jakoben laikçilerden ve yobaz laikçi kafalardan başka ne beklenirdi ki. Kendileri yobazlıklarını fark etmese de, fikir üretememe veya kendine güvenememe duygusu, batı normlarını anlamada yetersiz kılıyor onları. Her servis edilen reçete aslını tutmadığı gibi kopya ederlerken de yüzlerine gözlerine bulaştırmaktan geri durmuyorlar. Öyle ya, madem efendilerinden daha hızlı batıcılık güdüyorlar hiç olmazsa batıda olduğu gibi özgürlüklerden yana tavır takınıp yasakçı anlayıştan kurtulsalar hiçte fena olmaz. Kurtulmak bir yana her on yılda bir tekrarlanan askeri darbelerle yapılan anayasa değişikliklerin ardından sanki kendileri yürürlükte olan anayasanın oluşumuna neden olmamışcasına şikâyet eder konuma gelebiliyorlar. Şurası muhakkak; vicdanlarda hem özde, hem sözde özgürlük meşalesi yakmadıkça ne laiklik, ne demokrasi, ne hürriyet, ne de diğer kavramlar bir anlam kazanamayacaktır. O halde yasakçı anlayıştan kurtulmak ve her türlü fikre karşı ön yargılı hükümlerden kurtulmak gerekiyor ki en güzel kavramlar başımızda demoklasın kılıcı misali hepimizi tehdit eder hale gelmesin.
Bize gelince ne batıya kapalı, ne de doğuyu dışlayan bir yol izleriz. Her şeyden önce düşünce özgürlüğünden yana tavır takınıp aynı zamanda bizim dünyamızda farklı fikirlere karşı saygı duymak esastır. Bu yüzden yeni anayasanın insana kıymet verecek derecede net ve anlaşılır açık hükümlerle tanzim edilmesini savunuruz. Takdir edersiniz ki tarifi yapılan kavramlarla yazılmış her bir kanun “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” topluma soluk olacağı muhakkak.
Batı anayasalarına bakıldığında laiklik inanç hürriyetine halel getirmeyecek tarzda yer almıştır. İyi ki de Avrupa bu tür kavramları açık ve seçik düzenlemiş, aksi takdirde onlarda sonu gelmez tartışmalar içerisinde günlerini heba etmiş olacaklardı. Malum bizde bu kavramın anayasada net bir tanımının mevcut olmaması birtakım statükocu çevrelerin işine yarayan ucube silah........
© Enpolitik
