ONLAR
Hayatlarını dâvâları için sebîl ettiler. Tarihteki isimsiz kahramanları temsil ettiler. İnançlarına bağlı, Tûran illerine sevdalıydılar. “Türkiye” denince kalpleri bir başka çarpardı. Yüreklerinde hep vatan ve bayrak aşkı vardı. Türk’e muhabbeti İslâm’a hürmet bildiler. Gönül mîmarlarının rahlesinde gerçek aşkı buldular. Ve her zaman “Türk-İslâm Ülküsü”ne sâdık kaldılar.
Taş medreselerin Yusuf yüzlü mazlumları hayatlarının baharında “Eylül”ü yaşadılar. Fırtınalı yılların toz-duman ortamında bu ideâlist gençlerden bir kısmı, şehâdet güllerinin derildiği bahçelerde dünya misâfirliğini tamamladılar. Delikanlı çağında Hakk’a yürüdüler. Musallâ taşına konup namazları kılınırken, “Er kişi niyetine” tekbir alan her kişi, onların tam manâsıyla “Er kişi” olduklarını çok iyi biliyordu.
Onlar; nefretin kucağına oturmayıp, muhabbetin ocağını tüttürdüler. Ergenekon’dan yola çıkan “Oğuz Han nesli” olarak Mekke’nin tevhit nûrunda yıkandılar. Gece vakti batmayan güneşi, secdede buldular. Kimi zaman Yunus, kimi zaman Yavuz oldular.
Onlar; fıtratlarının ve meşreplerinin gereğini yerine getirip, “Yüce dileğe doğru” yola çıktılar. “Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz” diyerek hedefe doğru vakur adımlarla yürüdüler.
Onlar, en olumsuz şartlarda bile firûze sevdâlarını âşikâr ettiler; kimi zaman tek başlarına kaldılar ama hak bildikleri yolda yalnızlığın asâletini yaşadılar.
“Vakti gelmiş dökülür, yel neylesin gazeli” şarkısının zamanı anlattığı, ılık sabah meltemlerinin yerine sonbaharın serin ve sert rüzgârlarının esmeye başladığı, sararmış yaprakların dallarından bir bir kopup aslına rücû ettiği her hazan mevsiminde; hayattayken destanlaşan “Eylül’ün Kırdığı Gül”leri, “Güzel atlara binip giden” o güzel insanları, onların mazlum ve mağdurken mahkûm olan dâvâ arkadaşlarını, “hor,öksüz ve büyük” olan dâvâlarını anlatmayı ve o idealist yiğitleri yâdetmeyi; mutlaka îfâ edilmesi gereken, ihmâli mümkün olmayan bir vazife bilirim... Kimdi ‘Onlar’?
Onlar; ‘Gâyesiz bir hayatın, mânâsız bir kelimeden ne farkı vardır’ düşüncesiyle, hayatlarını İ’lâ-yı Kelîmetullah dâvâsına adayan, “Kanımız aksa da zafer İslâm’ın” diyerek “Bir hilâl uğruna” gurûb eden güneşlerdi. “Hubb-ül vatan minel îman” (Vatan sevgisi îmandandır) diye buyuran İki Cihan Serverimiz(s.a.v.)’in mukaddes dâvâsının karasevdalısıydılar.
Onlar, “Vatanımın ha ekmeğini yemişim, ha uğrunda kurşun” diyerek; vatana can, bayrağa kan veren muzdarip bahtiyarlardı.
Onlar; sahte hakikatlerin sayısız yalanları yerine, Mutlak Hakîkat’in sönmeyen nûrundan ilham alarak küfrün karanlığını İslâm güneşiyle aydınlığa tedvîr etme cehti ve aşkı içinde “Çağrımız İslâm’da dirilişedir” diye cihâna seslenen, “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi”ni “cihat” ruhuyla yorumlayarak, Anadolu yaylasından dün olduğu gibi bugün de ayağa kalkacak bir hareketin insanlığı yeniden îman çağına ulaştıracağına ve bu göreve Türk Milleti’nin memur edildiğine inanan bir düşüncenin temsilcileriydiler.
Onlar; ihtişamlı bir medeniyetin inşâsı için besmele çekip zora tâlip olan, mücâdelenin îman, sabır ve çileyle yoğrulması gerektiğine inanan, “zaferle değil seferle yükümlü olduklarını” bilen, “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız” diyen Anadolu Alperenleri olarak tabutluklardan başlayıp îdam sehpâlarına kadar uzanan bir hayata tâlip oldular, gençliklerini yaşamadan en güzel yıllarını zindanlarda, hücrelerde geçirdiler. “Yusûfiye” denilen çilehânelerde yeni bir ruh ve aşk potansiyeli idrâk edip, nefis terbiyesini tamamladılar.
Onlar, vatanda gurbeti yaşarken bile milletin derdiyle Mecnûn oldular; telli duvaklı bir sevgilinin değil, “Ülkü dene nazlı gelin”in peşinden gittiler, tarihe yeni kahramanlar armağan edip, hüzünle umudu birlikte çivilediler gözlerimize...
Onlar; “dîn ü devlet, mülk ü millet” adına gelecek nesillerin tarihi sorumluluğunu genç omuzlarında taşıdılar, ideâlistçe yaşadılar, delikanlılığın kitabını yeni baştan yazdılar, “Bir Güzel Ülkü”nün peşinde koşmaktan gençliklerini yaşayamadılar, kendileri için ayıracak zaman bulamadılar ve inandıkları değerlerinin kavgasını verirken; “Mukaddes dâvâlarda ölüm bile güzeldir.” dediler…
Onlar, kutsal dâvâları için şahâdet şerbetini içtiler…“Yaslı, yaralı Türklerin” bağımsızlıklarına kavuşmalarını göremeseler de, onların hayâllerinde “Esir Türk illerinin hürriyet mücâdelesi” çok önceden neticelenmiş, “Güzel Türkistan senge ne boldu” diye haykırırlarken bile mübârek Gökbayrak çoktan zafer burçlarına çekilmiş, Kafkaslardan esen yellerle Karadeniz çırpınırken “Yeni bir Türk Asrı”nın doğacağına gönülden inanmışlardı.
Onlar; hayatlarını Hakk’a göre tanzim eden, muhabbetleri de, nefretleri de Türk-İslâm Ülküsü’ne göre şekillenen Alperenlerdi. Süflî sevdâlar onların gönlünde aslâ yer bulamadı. Basit dünyevî hesaplar ve menfaatler için ideâllerini rafa kaldırmadılar. Kalbini ve beynini hiç bir zaman midelerinin emrine vermediler. Onlar¸ Nefsini yularla güdenlerdendi’, yularını nefsinin eline verenlerden olmadılar. Allah(c.c.)’a hakkıyla kul oldukları için, kula kulluk etmediler.........
© Enpolitik
visit website