Emek, toprak ve sınıfsal sömürü: Bereketli Topraklar Üzerinde
Orhan Kemal’in kaleminden sinemaya uyarlanan Bereketli Topraklar Üzerinde filmi üzerine yazmak istiyorum. Film, Çukurova’ya göç eden üç Sivaslı arkadaşın hikâyesini anlatırken aynı zamanda emeğe, emekçiye yapılan sistematik sömürüyü bölge coğrafyasının sıcak ve kasvetli atmosferi üzerinden gerçekleştirdiği derin metaforlarla yansıtıyor.
Filmin içeriğine dair tespitlere geçmeden önce üstat Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerine eserinin yazım dili ve bunun sinemaya yansıtılma şekline dair birkaç söz söylemek isterim.
Orhan Kemal’in edebiyatı, sokağı, kahveyi, tarlayı, fabrika bacasını, yani “küçük insanın büyük acılarını anlatır. Bereketli Topraklar Üzerinde, bu anlamda yalnızca bir roman değil, Anadolu’nun sessiz çığlığıdır. Orhan Kemal’in karakterleri Shakespeare’in kahramanları gibi monologlar atmaz. Onların replikleri sıcaktan terlemiş bir alnın sessizliğinde saklıdır. Film bu dili alır ve çamura, terin kokusuna, paslı tren raylarına dönüştürür. Yönetmen Erden Kıral, edebiyatın içinde gezinen gözlemi, sinemanın kamerasına taşırken metne sadık kalmakla kalmaz, onu tamamlar da. Romanın kalemle betimlediği dünyayı sinema gözüyle görünür kılar. Çürümüş barakalar, her an devrilecek gibi duran traktörler, toprakla çırılçıplak bir hesaplaşmaya girmiş bedenler...
Film, realizmi sadece bir stil olarak kullanmaz, onu anlatının kendisi haline getirir. Bereketli Topraklar Üzerinde, Brechtyen bir mesafeyle değil, içten gelen bir tanıklıkla bakar karakterlerine. Seyirci, köyden inenlerin kentte boğulmasını yalnızca izleyen değil, onu soluyan, hisseden biri olur. Bu realizm, bir kameranın kayıtsızlığıyla değil, yazarın vicdanıyla, yönetmenin öfkesinden süzülerek gelir. Ne melodramatik bir duygu sömürüsü vardır ne de “çirkinliği” estetize eden bir romantizm. Açlık gerçekten açlıktır. Sıcak, gerçekten can yakar. Ve sefalet, bir görsel unsur değil, başlı başına bir karakterdir. Orhan Kemal'in anlatısındaki toplumsal gerçekçilik, Marksist bir melodramdan çok, etik bir duruştur. O, emekçi sınıfı anlatırken taraf tutar ama bu taraf yalnızca ideolojik bir kutup değil, vicdanın da tarafıdır. Film de aynı dili konuşur ve sömürülenin yanında durmanın, yalnızca politik değil, ahlaki bir sorumluluk olduğunu bizi hatırlatır. Bu bağlamda film, Çukurova’yı yalnızca bir coğrafya olarak değil, sınıfsal bir metafor olarak da işler. Karakterlerin kaderi, yalnızca bireysel hataların değil, sistemin sistemli bir adaletsizliğe dönüşmesinin sonucudur. Filmde hiçbir şey tesadüf değildir. Ne Yusuf’un kaybettiği aşk ne Ali’nin ölümcül kavgası. Hepsi, kapitalist üretim ilişkilerinin Anadolu versiyonudur.
Filmdeki karakterler fazla konuşmaz, çünkü bu hikâyede dil çoğu zaman yetmez anlatmaya bu coğrafyanın ve bu düzenin yapısını. Kameranın uzaktan izlediği kareler, uzun ve sessiz planlar, karakterlerin çaresizliğini bağırmadan gösterir. Erden Kıral’ın bu sinemasal tercihi, aslında Orhan Kemal’in anlatım biçiminin bir devamıdır. Zira Kemal’in romanlarında da kelimeler çoklukla yetersiz kalır, çünkü sömürünün dili yoktur. Açlık, yorgunluk, utanç… Bunlar dile dökülemez duygulardır. Film bu estetiği korur. Gerçek hayat gibi konuşmayan, gerçek hayat gibi susan karakterler yaratır.
Bereketli Topraklar Üzerinde, sadece bir roman uyarlaması değil, sınıf bilincinin sinemasal temsiliyetidir. Edebiyatın toplumcu damarından beslenen, sinemanın görsel diliyle yeniden şekillenen bu yapım, Türkiye'nin ezilenlerinin aynasıdır ve bu ayna yalnızca Çukurova’nın bereketini değil, bu bereketin kimlerin sırtına basarak yükseldiğini de gözler önüne serer. Tarlaların ortasında filizlenen umutların, patronların çizmeleriyle ezildiği bir coğrafyada geçen bu film, üç emekçinin kaderi üzerinden kapitalist sistemin ruhsuz mimarisini sorgular. Pehlivan Ali, İflahsızın Yusuf ve Köse Hasan, yalnızca üç karakter değildir, onlar, “emeğiyle yaşamak isteyen ama emeğiyle öldürülen” sınıfın vicdanı, isyanı ve trajedisidir.
Pehlivan Ali, adından da anlaşılacağı üzere bir “pehlivan”, bir bedensel kuvvet timsalidir. Ancak onun bedeni, sistemin en kolay sömürdüğü sermaye biçimidir. “Kol gücü”. Çukurova sıcağında kol gücünün anlamı, yalnızca daha fazla terlemek, daha çok yük kaldırmak ve daha çabuk tükenmektir. Ali, bu tükenmişliğin adım adım içine yürür. Ali’nin başına gelen, sadece sistemin fiziksel olarak yıprattığı işçilerin çöküşü değildir. Onun hikâyesi, sistemin nasıl olup da güçlüyü zayıfa çevirdiğinin kanıtıdır. Kapitalizm, bir boks ringinde değil, sonsuz tarlalarda, sınırsız günlerde yavaş yavaş öldürür. Ali’nin gücü, sistem karşısında anlamsızdır. Çünkü buradaki mücadelede yumruk değil, sessizlik konuşur ve kapitalizm doğası gereği en çok susan işçiyi sever.
İflahsızın Yusuf, adını kaderinden alır. O, doğuştan kaybetmiştir. Ama kaybetmenin onunla bütünleştiği bu dünyada bile içindeki direnci kaybetmemeye çalışır. Yusuf’un hikâyesi, modern kapitalist düzenin umutla kurduğu pazarın trajik sonucudur. Yusuf, tüm film boyunca en çok koşan, en çok isteyen, en çok hayal eden karakterdir. Ama kapitalist sistemin çarkları, elbette umudu ve hayal kuranı da öğütür. Çünkü umut, yönetilmesi en kolay araçtır. Umutlu insan, daha çok çalışır; daha fazla katlanır. Yusuf, bir şeyler düzelecek diye sabrederken aslında bir çukurun içine doğru kazı yapmaktadır. Ve o çukur, yalnızca onun mezarı değil, aynı zamanda sistemin işçi sınıfına hazırladığı toplu bir sığınaktır… Mezarlık olarak inşa edilmiş bir üretim sahası.
Köse Hasan, içlerinde en sessiz, en kabullenmiş olanıdır. O, sistemin yarattığı korku kültürünün bir yansımasıdır. Konuşmaz, çünkü konuşmak ona göre yersizdir. İtiraz etmez çünkü itirazın bir bedeli olduğunu bilir. Hasan’ın sessizliği, sadece bireysel bir özellik değildir. O sessizlik, tüm sınıfın bastırılmışlığının kolektif yansımasıdır.........© Elips Haber
