İçimizdeki Rosebud'u bulabilmek…
Karlarla örtülü bir dağ evi. Gökyüzünden nazlı nazlı inen kar taneleri bembeyaz bir örtü oluşturmuş. Zamanın durduğu bir dünya. Kuşların ötüşü bile çoktan unutulmuş, rüzgâr dahi sesini alçaltmış sanki bu sonsuz sessizliğe ayak uyduruyor.
Biraz ileride, karların yumuşacık kollarına gömülmüş, âdeta unutulmuş gibi duran eski bir kızak sessizce, çocukluğun masum günlerini hatırlatan bir davetkârlıkla bekliyor. Yavaşça uzaklaşıyoruz, görüntü hafif bulanıklaşmaya başlıyor. Manzara küçülüyor ve sonunda, sahnenin aslında cam bir kürenin içinde sıkışıp kaldığını fark ediyoruz. Karların yağışı durmuyor, dağ evi hiç kıpırdamıyor; her şey sonsuz bir dinginlikte, sonsuz bir hüzünle hareketsizleşmiş.
Biraz daha uzaklaşıyoruz; şimdi küreyi kavramış yaşlı bir el ortaya çıkıyor. Küreyi tutmakta zorlanıyor, sanki artık ona yük olan bu cam küreden kurtulmak ister gibi.
Kamera biraz daha yaklaşıyor; adamı görüyoruz dudakları yavaşça kıpırdıyor ve belli belirsiz bir fısıltı dökülüyor ağzından. Ses çok uzaklardan, bir kuyunun dibinden gelir gibi; zayıf, boğuk, güçlükle duyulabilen ama aynı zamanda tüm yaşamını tek bir kelimeye sığdırabilecek kadar güçlü:
"Rosebud..."
Kelime, Xanadu isimli o büyük malikânedeki sessiz odada yankılanıyor. Dudağının kenarında söylenmemiş bir başka söz, belki bir pişmanlık, belki de söylenmemiş başka vedalar asılı kalıyor.
Yaşlı adamın eli daha fazla dayanamayacak gibi parmakları gevşiyor. Cam küre ağır çekimle elinden kayıp, sonsuzluğa doğru bir yolculuğa çıkıyor. Yere düşerken basamaklara çarpıyor, bir kere, iki kere… Sonunda bizim ayaklarımızın dibinde paramparça oluyor; küçük kar taneleri gibi kristal........
© Ekonomim
